"Yeniden Kurulan Yaşamlar" simgesi altında toplanan "80. Yılında Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi Sempozyumu" söz konusu toplantı. Herkes açık yüreklilikle görüşlerini dile getiriyor, iki yakadaki edebiyatın bu trajediyi nasıl yansıttığı irdeleniyor.
Benim açımdan bu toplantı, bambaşka bir anlam da taşıyor. Belge Yayınları'nın kurucusu olan Sevgili Ayşe Nur'un yayımladığı "marenostrum" dizisinde yer alan bir sürü kitabın adının bu toplantıda konuşmacılar tarafından anılması, biraz gurur veriyor insana doğrusu.
Bizim mütevazı biçimde başlattığımız bir çaba, artık toplumun hiç olmazsa bir kesimine mal olmuş, kafalarda düşünceler üretmiş, insanlar "öteki"nin yaşadıkları üzerinden, "kendisine" dönmeye, kendini sorgulamaya başlamıştı.
İnsanlar kendilerini araştırırken, köklerine, büyüklerinin anlatılarına dönmüştü. Ve şimdi, "Mübadiller Vakfı" diye kurumsallaşmış bir çalışma gündemde. Bu bir yerde Atina'daki Küçük Asya Araştırmaları Merkezi'nin (KAAM) "muadili" olan bir kurumsallaşma çabası. Ama KAAM, 1930'da oluşmuş, biz 60 küsur yıl sonra, birinci kuşak hakkın rahmetine kavuştuktan sonra böyle bir şeye ihtiyaç duymuşuz.
Toplantıyı izlerken, bir an bu alanda yayına başladığımızda ne kadar yalnız olduğumuzu hatırlıyorum. Örneğin Dido Sotiriyu'nun asıl adı "Kanlı Topraklar" olan, "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" adlı kült kitabını yayımladığımız 1982 yılını, Ayşe Nur'un Selimiye Kışlası'na taşınmalarını hatırlıyorum.
Kitap bizzat İstanbul Sıkı Yönetim Komutanı'nın emri ile, "Türklüğe ve Türk ordusuna hakaret" suçlaması ile yasaklanıyor. Ama Türk-Yunan ilişkilerinde her zaman komik bir yan da olmuştur. Tam o sırada kitabın yazarı Dido Sotiriyu da, "Türk-Yunan Barış ve Dostluk Ödülü" almaz mı? Neyse, kitap beraat etti de, skandalin üstü örtüldü. Bu arada Kara Kuvvetleri Komutanlığı, birlik kütüphaneleri için kitaptan 165 adet satın aldırdı.
Bu beraat kararından 21 yıl sonra, DGM, geçen ay, Anadolu'dan göç eden Rumların anılarına yer veren "Göç" adlı derlemeyi, "Atatürk'ün anısına hakaret ettiği" gerekçesi ile mahkum etti. 21 yıl önce üstelik askeri mahkemeden, aynı konuya ilişkin bir davadan beraat kararı çıkabiliyordu, şimdi ise sözde sivil bir mahkemeden mahkumiyet kararı çıkabiliyor.
Kitabın derleyicisi Herkül Milas, İstanbullu bir hemşehrimiz. Mübadiller 80 yıl önce gittiler, Herkül Milas'lara ise '60'lı, '80'li yıllarda "Gidin!" demişiz. Ama o geniş yüreklilikle, '90'larda Ankara Üniversitesi'nde Modern Yunanca bölümünü kurdu.
Bu arada, iki yanlı milliyetçiliğin kötü etkilerini eleştiren çalışmalar yayımladı. Geçenlerde Zaman gazetesinde yayımlanan bir makalesinde kullandığı "milliyetçilik hastalıktır" ibaresi ise, bizim "megalo ideacılarımızın" şimşeklerini üzerine çekti.
Biliyorsunuz bizdeki "ülkücü" teriminin Batı'daki karşılığı "ideacı"dır. Onu bile kopya çekmişiz. Zaten Yunanlı bir yazar da şöyle demiyor mu? "Bu hastalık bize karşı sahillerden bulaştı, bizden de Türklere". Herkül Milas'a saldıran kalemşorlar, "sizin milliyetçiliğiniz hastalıklı olabilir, bizimki mis gibi sağlıklı" demezler mi?
Herkül Milas, sorgulayıcı bakışı ile, Türk edebiyatında mübadele olayını irdelerken, çoğunlukla suskunluğun tercih edildiğini belirtti. Aslında hl yaşadığımız her şeyi susku duvarının ardına gömmeyi tercih etmiyor muyuz? Genel tavır, "iyi ki gittiler" idi. Devletin tavrı da, zaten, "aman bir daha sakın geri dönmesinler" olmadı mı?
Nedir mübadele?
Kaç kişi hatırlıyor ki bugün, Mübadele'nin, "Mübadil"in ne anlama geldiğini. Para para ile değiştirilir, mal ile mal da değiştirilir. Meğer insanla insan, halkla halk, dinle din de takas edilirmiş. İnsan mal yerine konurmuş, asla kendine sormadan, asla, "yahu kardeşim sen gitmek istiyor musun?" demeden. "Mübadil" değiştirilen demek.
80 yıl önce Türk ve Yunan hükümetlerinin yaptığı bir anlaşma ile, bu iki ülke kendi yurttaşları olan insanları, ulus ya da dil temelinde bile olmadan, "inanç" temelinde değiş tokuş ettiler. Ve bu iki devletin önünde, "modernleşme" programları vardı.
Ama kendi ülkelerinin yurttaşlarına, bir köle muamelesi yaptılar ve farklı inanç taşıdıkları için takas ettiler. Malları mülkleri ile birlikte. Ama bu uzun yolculuk sırasında kimi salgın hastalıktan öldü, menzile bile varamadı, kimi kendi evinin yerine bir virane aldı. Kentli kendini ücra bir köyde, köylü koca bir konakta buldu kendini. Çoğu ise uzun yıllar çadırlarda, kışlalarda barındı.
Ama İsmet Paşa (İnönü) ile Venizelos artık bu iki halkın bir arada yaşayamacağına karar vermişti. Aslında, Anadolu'da ölen ölmüş, sağ kalanların çoğu kendini öte kıyılara atmıştı bile. Bir yerde ise, olan Yunanistan'da yaşayan Müslüman halka oldu.
Giritli Yazar Prevalakis, "Bir Kentin Hikayesi" (Belge Yay.) adlı kitabında, adada yaşayan Müslüman nüfusun Türk-Yunan savaşının bitmesi ile, artık savaş bitti diyerek nasıl evlerini yenileyip, elden geçirdiklerini anlatır. Remno kentinde yaşayan Müslümanlar biraz rahat nefes aldıktan sonra, haklarında "gidecekler" kararının alındığını öğreneceklerdi. Prevakis'in kitabı bir anlamda, Müslüman komşuları için yakılmış bir ağıta benzer.
Ege denizinin iki yanında yaşayan halkların, din temelinde değiş tokuş yapılması, aynı zamanda yeni kurulmuş olan Milletler Cemiyeti Mülteciler Komiserliği'nin ilk operasyonlarından biri oldu. Ünlü kutup kaşif Nansen, bu operasyonu yakından takip etti.
Bugün elimizde, mübadillerin Yunanistan gemilere bindirilişini yansıtan belgesel filmler de var. Olayın Yunan tarafında bugün, KAAM gibi müthiş bir kurum, sayısız anlatı ve tanıklık varken, bizim tarafta ise derin bir sessizlik söz konusu idi. Ancak üçüncü kuşaktan sonra, bir çeşit geçmiş kökler ve kimlik araştırması başlayabildi.
Ve nesnel olmayı başarabilen ile bir parmağın sayısı kadar az. İlk kez bizim yayımladığımız Ertuğrul Aladağ'ın, Kemal Yalçın'ın biraz naif olsa bile, geniş yürekli çalışmalarından sonra, ilk kez Kemal Anadol'un "Büyük Ayrılık" adlı hayli nesnel sayılabilecek yapıtı çıkabildi.
Kozmopolit bir araştırma merkezi
Kopenhag Üniversitesi'nde düzenlenen ve Türk resmi görüşünün de temsil edildiği "Ermeni Soykırımı" temalı, benim de, "Soykırımın Türkiye'deki Genç Kuşaklar Üstündeki Olumsuz Etkileri" başlıklı tebliğ sunduğum sempozyumda, bir emekli elçi, kendisinin de Mübadil çocuğu olduğunu, kendilerinin bu kötü anıları unuttuklarını, Ermenilerin de unutmalarının kendi psikolojileri için iyi olacağını söylemişti. Keşke işler bu kadar kolay olabilse.
Sempozyum, konu hakkında bilgi almak isteyenler için tam bir bilgi bombardımanı idi. Burada sunulan tebliğlerin kitaplaşmasının son derece yararlı olacağına inanıyorum. Böylece uzmanlar dışında kalan, konuyla ilgilenen insanlar da, özetlenmiş bir kaynağa sahip olabilecekler.
En ilginç sunumlardan biri de, açılış konuşmasını yapan Paschalis Kitromilidis'in, Küçük Asya Araştırmaları Merkezi'ni tanıtan sunumu idi. Örnek bir kurum olması bakımından burada bazı bilgileri aktarmayı yararlı buluyorum. KAAM, göçmenlerin tarihini araştırmak üzere idealist, devletten bağımsız bir grup insanca kuruldu.
Milliyetçilerin "Büyük Yunanistan" hayalleri vardı ama, Anadolu hakkında büyük bir bilgisizlik hakimdi. 1922 felaketine kadar Yunan biliminin Küçük Asya konusunda yaptığı kapsamlı hiçbir çalışma yoktu. Oysa Pontos, Kapadokya ve İstanbul'da yaşayan Rumların kendi yörelerine ilişkin birçok kitapları, dergileri vardı.
KAAM'ın kurucusu Octave ve Melpo Merliye çiftiydi. Octave, Atina'daki Fransız Enstitüsü'nün müdürü idi. Eşi ise Trakyalı, İstanbul'da yaşamış, Orta Avrupa'da eğitim görmüş bir müzisyendi. Kozmopolit yaşam deneyimini bu kuruma da taşıyacaktı. 1930 yılında Fransız Pathe Plak Şirketi Yunan halk müziği üzerine derlemeler yaparken, ağırlıkla Anadolu göçmenlerinin şarkılarını kayda geçirdi, Merliye çiftinin yardımları ile.
KAAM kurulurken, uluslararası bilim çevrelerinden de destek aldı, bunlar arasında Bizantologlar, Paul Wittek gibi Osmanlı tarihçileri de vardı. KAAM, Anadolu'da 2163 Rum yerleşim merkezi saptadı ve bunlardan 1375'ini inceledi. Bazı bölgelerden tanık bulunamadı, Kafkasya ya da başka yörelere göç ettikleri için. 145 bin sayfalık kayıt yapıldı. Bin 500 el yazması çalışma korumaya alındı.
Müzik kayıtları yapıldı, haritalar hazırlandı. Resim ve benzeri malzemeler, objeler toparlandı. Ayrıca bu yörelere ilişkin kitap ve benzeri yayınların koleksiyonu yapıldı. Örneğin en değerli koleksiyonlardan biri de Karamanlıca olanlar. KAAM'ın çalışmalarına göre, Kapadokya'da var olan 81 Rum yerleşim bölgesinden 51'inde Türkçe anadil olarak konuşulurken, 30'unda Rumcanın yerel bir ağzı konuşuluyordu.
Toplantıyı izleyen Yaşar Kemal de, bu konuyu merak edenler arasındaydı. Yunan alfabesi ile kitaplar ve dergiler yayımlayan bu topluluğun duaları ve İncili de Türkçe idi. İlk Türkçe romanlar zaten Anadolu'da, Yunan harfleri, ve de Ermeni harfleri ile Türkçe olarak yayımlanmıştı. Acaba, bunlar Bizans döneminde bölgeye yerleşen "Türk boylarının" torunları olmasın mı? Bunlar "Rum" olarak Yunanistan'a kovalanırken yalvarmışlardı, ayrı bir kilise kuralım vatanımızı terk etmeyelim diye.
Karadeniz Rumları
Toplantıya sunulan ilginç bir tebliğ ise, Karadeniz bölgesinde Türkçe konuşan Rumlar üzerine idi. Nikos Marantzidis'in çalışmasına göre, Karadeniz bölgesindeki 336 topluluk 120 bin Rumu bağrında taşıyordu ve bunlardan 80 bini "Türkofonos" idi, yani Türkçe konuşuyorlardı.
Gel işin içinden çıkabilirsen çık. Türkçe konuşan Rumları kovaladık, bugün Karadeniz dağlarında hl Rumca konuşan, koyu Müslüman köyler var. Ve bunlar geçmişte birbirleriyle çatıştılar, Türklük ve Rumluk adına, ama aslında din uğruna. KAAM'ın çıkardığı dergi bugün 15. cildine. Fotoğraf albümleri çıkarıldı.
1980 yılında Melpo'nun hayali gerçekleşti ve göç sonrasının tanıklıkları toparlanmaya başlandı. KAAM'ın kurucusu olan Merliye çiftinin kozmopolitizmi, ortak belleği kaydederken, hem bağımsız kalmayı, hem de daha acılar çok yeni iken, Türklere karşı önyargılardan, milliyetçiliğin her türlü kötü etkisinden uzak kalmayı başardılar.
Evet, hayli ilginç bir buluşma yaşandı şu şehr-i İstanbul'da. Bu kapsamlı çalışmadan dolayı Mübadiller Vakfı'nı ve Sempozyumun koordinatörü Müfide Pekin'i kutlarım.
Daha nice buluşmalara. (RZ/NM)
* Ragıp Zarakolu'nun yazısı Yeniden Özgür Gündem gazetesinde 9 Kasım 2003 günü yayımlandı.