Morî Mircan: Dizilmiş renkli boncuklar tadında şarkılar
Kürt müziğinin nev-î şahsına münhasır isimlerinden biridir Mehmet Atlı. Çok göz önünde değildir ama şarkılarıyla müzik dünyasında kendisinden söz ettirmeyi bilir. Atlı Korona virüsünün bunaltıcı günlerinde hem evden müzik kayıtları paylaştı hem de bir süredir üzerinde çalıştığı “Morî Mircan” albümünü yayınladı.
Kürt müziğinin nev-î şahsına münhasır isimlerinden biridir Mehmet Atlı. Çok göz önünde değildir ama şarkılarıyla müzik dünyasında kendisinden söz ettirmeyi bilir. Sessiz geçen ayların ardından bir bakmışsınız yeni bir çalışma ile çıkar karşınıza. Atlı Korona virüsünün bunaltıcı günlerinde hem evden müzik kayıtları paylaştı hem de bir süredir üzerinde çalıştığı “Morî Mircan” albümünü yayınladı.
En son 2014 yılında “Birîn” albümünü yayınlamış burada seslendirdiği “Pêşiya Malê” şarkısı müzikseverlerin beğenisini almıştı. “Jahr” albümündeki “Dengê Dilê min”, “Wenda” albümündeki “Ya Erê Ya Na” gibi.
Her albüm bir öncekinin devamıdır Atlı’nın müzik dünyasında. Ama bir yandan da deneyselliği elden bırakmıyor aslında. Morî Mircan’da da bunu görüyoruz. Bir yandan klasik Kürt müziğinin Mehmet Atlı yorumu diğer yandan kendi besteleri ile sanatçı bu deneyselliği devam ediyor.
Yani aslında Mehmet Atlı’da klasik ve modern müzik birbirinden kopmayan iki unsur gibi duruyor.
Morî Mircan bu deneyselliğin son ürünü. Albümü iki ayrı bölüm halinde değerlendirmek mümkün. İlk bölümde Mehmet Atlı, bestelere yer vermiş. İkinci bölümde ise Klasik Kürt müziğini kendi tarzıyla yorumlamış.
Mori Mircan albümünü ve korona günlerinde neler yaptığını Mehmet Atlı ile konuştuk.
Koronanın bütün dünyayı etkilediği bu günlerde Mehmet Atlı neler yaptı? Gördüğüm kadarıyla evde çalışmalarınıza devam ettiğiniz? Stranên Malê serisi gibi…
Pek çok insan gibi eve kapanmak durumunda kaldım ve ailemle zaman geçirdim. Her fırsatta köyümüze doğru, bağ-bahçe işlerimize gittik. Evde olduğum zamanlar izlemediğim kimi filmleri ve okumadığım kimi kitapları okumaya giriştim. Arkadaşlarım ve yakınlarımla evde bazı videolar yaptık ve youtube kanalımdan paylaştık. Bu arada hazırlıkları tamamlanan yeni albümüm dijital olarak çıktı; onun tanıtım ve röportajları ile ilgileniyorum.
Tam da bu süreçte yeni albümünüz yayınlandı. Morî Mircan adıyla. O albümün hazırlık aşaması koronadan ne kadar etkilendi?
Pandemiden önce tamamlamıştık kayıtları ama basım süreçleri gecikti, konserlerini yapamıyoruz. Neyse ki ben iflah olmaz bir iyimserim; salgın dolayısıyla insanların evlerinde olması, dijital mecralardan yaptığımız paylaşımların izlenmesini de artırdı diye düşünüyorum. İnsanlar evlerinde müzik dinlemek için de vakit buldular. Olumsuz etkileri kısmen olumluya dönüştürmeye çalışmak durumundayız.
Albümünüzü birbiriyle bağlantılı iki bölüm olarak değerlendiriyorum. Bestelerin yer aldığı birinci bölüm, yeniden yorumladığınız ve klasiklerin yer aldığı ikinci bölüm. Mehmet Atlı’nın bütün albümlerinde bu iki yön hep olmuştur.
Tespitinde haklısın. Müzik çalışmalarımın başından, Koma Dengê Azadî üyesi olduğum üniversite yıllarımdan beri bu iki yönelim bir arada oldu. Geleneksel kaynakları tarayıp, onlardan öğrenmek, yeniden yorumlamakla yeni üretimler yapmak hep bir arada oldu. Bu çabalar politik bir uğraşın içinde olmamızla da ilgili idi. Dilimizi, müziğimizi, edebiyatımızı daha iyi öğrenmek ve çok yönlü bir müzik pratiği adına bu uğraşları sürdürüyorum. Dilimizi öğrenirken kendim de şarkılar yazmayı öğrendim. Halk şarkılarını çalışırken kendi besteciliğimi de bulmaya çalıştım bir yandan. Yeni albümde de böylesi bir repertuarı bir araya getirdik: Mazhar Kara’nın “Gula Dil” şiiri, Mihemed Şêxo gibi ustalardan çok bilinen şarkılar, “Vay Dünya” gibi popüler türküler, benim yazdığım ve bestelediğim şarkı sözleri ve bestelerle aynı anlayışla yorumlanmış halk şarkıları, türküleri.
Mehmet Atlı denince akla enstrüman olarak gitar geliyor. Müziğinde önemli bir yeri var gitarın. Ancak bu albümde gitardan daha fazla lavtanın sesini duyuyoruz. Lavta müziğinize neler kattı?
Çalgı seçimleri bestelerin de yapısını ve ruhunu, genel soundu belirliyor. Her albümümde bir enstrümanla daha çok zaman geçirdim, özgünlük ve yenilikler aradım. Grup çalışmalarımda ve Jahr’da bağlama ve gitar, Wenda’da gitar, Birîn’de lavta ve gitar çalıyorum. Birîn’de lavta çaldığım “Pêşîya Malê” ve “Karanfil Eker misin” yorumlarım özellikle sevildi. Bu da yeni albümümü lavta ile yapma fikri uyandırdı. Bu enstrüman bana hem ud, tambur gibi klasik sazların hem bağlamanın ve hem de gitarın tadını veren, nazik, zarif bir saz. Wenda’dan sonra bir sound değişikliği aradım ve bir süre udla, lavta ile çalıştım. Morî Mircan ud ve bağlama havasında çaldığım şarkıların bir araya gelmesi ile oluştu. Bu yüzden biraz geleneksel motifleri işledik; sözlerde de müziklerde de. Sesimi ve sazımı destekleyen az sayıda enstrümanla sadelik aradık arkadaşlarımla. Morî Mircan’da adına yakışır şekilde peş peşe dizilmiş renkli boncuklar gibi bir tasarım oluştu.
En son 2014 yılında “Birîn” isimli bir albüm çıkarmıştınız. Bu arada geçen zaman zarfında neler yaptınız? Bir süre Artuklu Üniversitesinde ders verdiğinizi biliyoruz. Ancak sonra istifa ettiniz. Akademi neden devam etmedi?
Bu zaman zarfında çok sayıda konser ve etkinliğe katıldım. Avrupa’da ve bölgemizde çok seyahatim oldu. Birînle aynı günlerde Diyarbakır’ın mimarlık sorunsallarını tartışan kitabım da çıkmıştı. Kitap vesilesiyle kimi söyleşilere ve mimarlık atölye çalışmalarına dâhil oldum. Üniversitedeki mobbing uygulamalarına, özellikle eski rektör Ahmet Ağırakça’nın çalışanlara yaptığı baskılara şahit oldum, bunlara maruz kaldım ve istifa ettim. Bu arada doktoramı tamamladım ve şimdi işsiz bir akademisyenim. Türkiye’de akademik özgürlüklerin budanmaya devam edildiği ve üniversiteye, kurumlara personel alma rejimindeki haksızlık ve adaletsizliklerin, nepotizmin sürdüğü bu koşullarda akademik çalışmalarımı sürdürmem zor. Eski rektöre ve üniversiteye karşı hukuk mücadelem ise sürüyor.
Şimdilerde müzisyenliğimle daha çok meşgulüm ama özellikle yaşadığım kent Diyarbakır’ın mimarlık ve kentsel meseleleri ile ilgili olmayı da sürdürüyorum.
(Söyleşiden önce sosyal medyada Atlı’nın bir şarkısından küçük bir bölüm yayınladı. Bu şarkının kime ait olduğunu ilk bilen kişinin Mehmet Atlı’ya bir soru sorma hakkı elde edeceğini söyledik. Ozcan Cennet ilk doğru cevabı veren kişiydi. Cennet’in Mehmet Atlı’ya yönelttiği soru şöyle):
Müziklerinizde geleneksel kaynakların etkisi kadar klasik batı müziğinin etkileri de hissediliyor. Bu kaynaklar ve etkiler hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Doğu-batı gibi katı ayrımlar yerine bunlara insanlığın ortak birikimi olarak bakıyorum. Sermayenin, emeğin, fikirlerin, üretimin ve tüketimin giderek küreselleştiği bir çağda kültür de melezlenmek durumunda ve ben bundan rahatsız değilim. Farklı müzikal kaynaklara ulaşıyor, onlardan öğreniyor ve seviyor ya da sevmiyoruz. Her sanatçı bu çoklu kaynaklarla besleniyor ve onları yeniden üretiyor. Kültürde saflığa ya da özcülüğe inanmıyorum ve kendimi evrensel insanlık âleminin bir parçası olarak görüyorum; Kürtçe öğrenen ve onu seven, özgürleşmesini ve gelişmesin arzulayan biri olarak. Bu yüzden müzik çalışmalarımda farklı müzikal geleneklerin izleri var ve buna açığım. (FD)
bianet Kurdî editörü. Marmara Ünivesitesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Aynı okulda ve aynı bölümde yüksek lisans yapıyor. Birgün, Dicle Haber Ajansı (DİHA), Dem Tv, Rûdaw TV...
bianet Kurdî editörü. Marmara Ünivesitesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Aynı okulda ve aynı bölümde yüksek lisans yapıyor. Birgün, Dicle Haber Ajansı (DİHA), Dem Tv, Rûdaw TV ve Sputnik Kurdistan’da muhabir, editör, haber müdürü ve şef editör olarak çalıştı. "Haber Analizi ve Arşiv İncelemeleriyle: Türkiye'de 9 Gazete" kitabına katkıda bulundu. "Çîrokên Şêwra Ermenan" (Cervantes Yayınları) ve "Guldesteyek ji Baxê Rewanê" (Sor Yayınları) adlı kitapları bulunuyor. 2023 Musa Anter ve Özgür Basın Şehitleri Gazetecilik Ödülü (Kürtçe haber dalında) sahibi.
Yiğit Akın, Birinci Dünya Savaşı’nın toplumsal tarihine bakıyor; başka bir deyişle, savaşı salt askerî-siyasi boyutunun ötesinde, toplumsal bir olay olarak inceliyor.
Hapishaneden Mektuplar - Antonio Gramsci (Çev. Cemal Erez, Meral Erez) (717 sayfa)
Ölümünden yıllar sonra bir araya getirilen Hapishaneden Mektuplar, 1926-1937 yılları arasında Gramsci’nin kaleme aldığı, bilinen 489 mektubun tamamını içeriyor. Bir entelektüelin düşünce dünyasını, insani yönlerini en açık biçimde sergileyen mektupların her satırında küçük sevinçler ve kederler kadar derin ahlâki ve entelektüel yargılar da yer alıyor.
Cemal Erez ve Meral Erez’in titiz çalışmalarıyla, tamamı ilk kez Türkçe yayımlanan Hapishaneden Mektuplar, Antonio Gramsci’nin düşünsel mirasının önemli bir parçası…
Doğana - Gündüz Vassaf (166 sayfa)
Baba olacağını öğrenen Gündüz Vassaf, çocuğunun doğumuna aylar kala kaleme sarılır ve ona mektuplar yazmaya başlar... Yazılmalarının üzerinden 40 yıla yakın zaman geçtikten sonra nihayet gün yüzüne çıkan bu mektuplar, baba adayı Vassaf’ın iç dünyasını tüm samimiyetiyle ortaya koyuyor: Hamileliğin öğrenilmesinden ebeveynlik sorumluluklarını düşünmenin yarattığı baskılara, kendi anne-babasıyla ilişkilerini sorgulamasından çocuğunun geleceği için kurduğu hayallere, ilk ultrason görüntüsünden insanlık üzerine düşüncelere...
Ziyafet Güzin - Yalın (168 sayfa)
Güzin Yalın, Ziyafet’te bazen bir sofradan, bazen kaynayan tencerenin başından; bazen de iki arada bir derede ağza ancak bir lokma atılabilen sıkışık anlardan ve kalabalık zamanlardan yola çıkarak hayatın tam ortasına gelip kurulan öyküler anlatıyor: aşklar, ayrılıklar, yeni yeni heyecanlar, yalnızlıklar…
Unutma Bizi Dolması - Gülhan Davarcı (109 sayfa)
Gülhan Davarcı’nın kahramanları hayatın akışı içerisinde önemsizmiş gibi görünen ama aslında o akışa yön veren duygularla baş başalar: Bazen, her şey yoluna girecekmiş hissi veren, bazen de bir lekeymişçesine üzerimize yapışıp kalacağını gelişinden anladığımız…Duygular gibi kahramanlar da gelgitli, temkini elden bırakmadıkları anlarda coşkunun ya da karamsarlığın esiri etmiyorlar kendilerini, bir köşede başlarına gelecekleri kabullendikleri anlarda ise dünyanın hemen yok olacağına inanmış insanların o umutsuz gözleriyle bakıyorlar etrafa.
Bilinmeyen Bir Tanrıya - John Steinbeck (Çev. Mehmet Harmancı) (242 sayfa)
Joseph Wayne genişleyen ailesi için yeni yerler kapmak üzere Kaliforniya’ya taşınır ve burada bir çiftlik kurar. Babaları öldükten sonra diğer kardeşleri de aileleriyle birlikte buraya gelirler. Joseph kendisinin toprakla özel bir bağı olduğunu ve ölen babasının evin bahçesindeki ağaçtan kendisini izlediğini düşünür. Onları kuraklık ve kötülüklerden koruduğuna inandığı bu ağaca neredeyse bir put gibi tapar. İnsan iradesi, yalnızlık, inanç ve doğayla kurulan mistik bağ üzerine derinlemesine bir anlatı sunan Bilinmeyen Bir Tanrıya, Steinbeck’in edebi mirasında özel bir yere sahip.
Çok Şeker Armud-Komiser Entürk’ün Asayiş Hikâyeleri - Roni Margulies (168 sayfa)
Çok Şeker Armud, Christie’den ve Simenon’dan ilhamla yazılan, ama yaşadığımız memleketin tüm dertleriyle, ilginçlikleriyle karılan hikâyelerden müteşekkil; bunlar "cinai hiciv" denebilecek yeni bir türün örnekleri.
Ateş'in Güneş'i-Galatasaray’da ve Siyasi Elitte Bölünme - Mehmet Şenol (384 sayfa)
Mehmet Şenol, Ateş’in Güneş’i’nde Türkiye’de futbol-siyaset ilişkisinin sansasyonel bir tarihsel vakasını bir roman gibi anlatırken aynı zamanda Tek Parti döneminde siyasi elitler arasındaki mücadelenin kritik bir “muharebesini” ele alıyor. Bir tarafta, Cumhuriyet’in müesses nizamı karşısında, “politikacılar bankası” diye anılan İş Bankası Grubu, Denizcilik Bankası, Celal Bayar… Bir tarafta Galatasaray Lisesi merkezli seçkinler karşısında Peyami Safa’nın deyişiyle “Galatasaray’da cumhuriyet ilanı zamanı geldiğini” ileri sürenler...
Nurgül Certel, Türkiye’nin aşina olduğu fakat araştırma konusu olarak çoğunlukla gözden kaçmış bir hususu ele alıyor: Çokeşlilik. Suriye iç savaşının neden olduğu zorunlu göç sonrası, Suriyeli kadınlarla yapılan çokeşli evlilikleri yerinde gözlemlediği çalışmasında, bu evliliklerin taraflarından olan erkeklerin, çokeşli evlilikleri nasıl meşrulaştırdıklarını gösteriyor. Erkeklerin, “mağdur olana sahip çıkmak”, “çocuk sahibi (ağırlıkla erkek çocuğu) olamamak”, “sevgisiz ve geçimsiz evlilikler” gibi sebeplerle yapıldığını iddia ettikleri çokeşli evliliklerin diğer tarafları olan kadınların da sesi oluyor. Hem Türkiyeli “ilk eşlerle” hem de Suriyeli “ikinci-üçüncü eşlerle” yapılan görüşmeler neticesinde kadınların bu evliliklere nasıl ve neden “razı olduklarını/edildiklerini”, evlilik içi dinamikleri ve ilişkileri açıklama çabasının yanı sıra bu evliliklerin “aracılarını”, kadınların bir meta gibi pazarlık konusu haline getirilmelerini, kadınlar üzerinden kurulan çıkar ilişkilerini ve sağlanan kazançları da es geçmiyor.
Devrim öncesi Rusya’nın başkentinde, 20. yüzyılın başlarında geçen Petersburg, siyasi kaosun ve bireysel varoluş sancılarının gölgesinde bir baba-oğul çatışmasını merkeze alır. Senatör Apollon Ableuhov ve devrimci fikirlerle “zehirlenmiş” oğlu Nikolay’ın hikâyesi, Petersburg’un sisli sokaklarında, patlamaya hazır bir bomba metaforu etrafında şekillenir. Beliy, şehrin mimarisini ve atmosferini canlı bir karaktere dönüştürerek, mekânı hem bir dekor hem de bir anlatıcı olarak kullanır. Dilsel oyunlar, ritmik anlatım ve simgesel imgelerle zenginleşen Petersburg, Dostoyevski’nin ahlâki derinliğiyle Gogol’ün grotesk mizahını buluşturur. James Joyce’un Ulysses’i ile kıyaslanan bu başyapıt, modern roman sanatının kilometre taşlarından biri.
Klinik psikolog Jessamy Hibberd Sahtekârlık Sendromundan Kurtulmak’ta öğrencilerden üst düzey yöneticilere kadar geniş bir yelpazede çok sayıda insanı etkileyen bu durumdan sıyrılmanın basit ve uygulanabilir yollarını açıklıyor ve mağdurlara kendi kabiliyetlerine inanabilecekleri daha iyi bir gelecek için umut veriyor.
Festival, kuir filmlerin yer aldığı “Nerdesin Aşkım?” bölümünün kaldırılmasının film seçkisinin içeriğini etkilemediğini açıkladı; İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası ise festivalin her sansür vakasını benzer tepkilerle karşıladığını savundu.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 11-22 Nisan 2025’te 44. kez düzenlenecek olan İstanbul Film Festivali (İFF), bu yıl programında önemli bir değişikliğe gitti.
2014 yılından bu yana festivalde yer alan ve kuir filmleri bir araya getiren "Nerdesin Aşkım?" bölümü, festivalin 2025 programında yer almadı. Festivalin kararı, kültürel alandaki sansür mekanizmalarının derinleştiği ve kuir sinemanın sistematik olarak dışlandığı yönünde eleştirilere neden oldu.
İFF, eleştiriler ve boykot çağrısıyla ilgili bianet'e ilettiği açıklamada “İstanbul Film Festivali programı bu yıl daha çok film içeren daha az sayıda bölümden oluşuyor. Bölümlerde yapılan değişiklik, festivaldeki film seçkisinin içeriğini etkilemiyor. Önceki yıllarda Nerdesin Aşkım?, Çiçek İstemez ve Musikişinas bölümlerinde yer alabilecek filmler, bu yıl diğer bölümlerin altında yer alıyor," dedi.
İFF’nin yanıtıyla ilgili konuştuğumuz İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi ise festivalin sansür iddialarına somut bir yanıt vermediğini ve bu nedenle boykot çağrısına devam edeceklerini belirtti.
Komite, açıklamasını şöyle sürdürdü:
Birkaç kez üst üste okunsa bile anlaşılmayacak kadar karışık yazılmış bir cevap. Ne sansür yok diyen bir tavır var, ne de olanları samimiyetle açıklama çabası. Festival geçmişte de her sansür vakasında gelen tepkileri böyle karşılıyor.
Sansür yapmak zorunda kalmaktansa bölümleri komple kaldırmak gibi bir çözüm üretiyorlar son yıllarda ve çözüm olarak gördükleri bu tutum sansür mekanizmalarının daha da derinden işleyebilmesi için ona alan açıyor. Bu tavrı kabul etmiyoruz, festival ifade özgürlüğünü savunana ve sansüre karşı durana dek boykota devam edeceğiz.
“İfade özgürlüğüne sahip çıkın”
Öte yandan, sosyal medyada yer alan yorumlarda da festivalin kararının Türkiye’de "Aile Yılı" kapsamında LGBTİ+’ları hedef alan politikaların bir parçası olduğu vurgulandı.
Eleştirilerde Ulusal Yarışma ve Ulusal Belgesel Yarışması’nı da iptal eden İstanbul Film Festivali’nin sinemada ifade özgürlüğü alanlarını daraltan adımlar attığı ve özellikle Kürt Sineması’na yönelik sansür mekanizmalarına zemin hazırladığı belirtildi.
Sansüre karşı boykot çağrısı yapan sinemaseverler ve LGBTİ+ hak savunucuları, festivalin ifade özgürlüğüne sahip çıkması gerektiğini vurguladı. İzleyicilerden bazıları boykot kapsamında Lale Kart üyeliklerini iptal edeceğini ve bilet almış bile olsa festivaldeki filmleri izlemeyeceğini duyurdu.
Festival, “Nerdesin Aşkım?” bölümünü 2014 yılında şöyle duyurmuştu:
“Sinemaseverler için İstanbul'da yaşamanın güzelliklerinden biri olan festivalin bu yılki sürprizlerinden biri yepyeni bir bölüm ve adı Gezi'nin gülümseten sloganlarından biri: Nerdesin Aşkım? Festivalin, aşkın ne yaşı ne de cinsiyeti olduğunun altını çizen bu yeni bölümü, aşkı bulmanın bin bir yolu olduğunu anlatan filmleri bir araya getiriyor.” (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.