Ey mor çiçeklerle gelen dostlarım
Kaf dağının aradıkları ışık
Şu uslanmaz kalbimizdedir.
Nicedir keşfetmiş çocuklar
Çoğaltıyor gülüşlerinde
(...)
Ey mor çiçeklerle gelen dostlarım
Zulümle kuşatılmışsa
Yalnız kavgayla güzelleşir ömür.
Ol sebepten her şafak
Baharı taşırız çöllere
Tek bir ödül beklemeden
(Şafak Tamer)
Dün Karataş Kadın Hapishanesi'nden aldığım el yapımı 8 Mart kartının bir yüzünde yazılıydı bu dizeler.
Bilirsiniz, güzel tesadüfler müthiş bir sevinçle soldurur insanın yüreğini... Anında kanat çırparsınız anılara..
Bu şiirin bendeki öyküsünü paylaşmadan önce küçük bir not düşmek istiyorum... Kartı gönderen kadın arkadaşla şahsen tanışmadığımız gibi; mektup arkadaşı da değiliz.
Nispeten hacimli diyebileceğim bir şiir kitabından seçmiş bu şiiri. Şiirin ne başında, ne de sonunda bu şiirin bana ve sevgilime yazılmış olduğuna dair hiçbir belirti yok.
Ve bu şiirin bize yazıldığını bilen kişi sayısı da bir elin parmaklarını geçmez!
Tesadüfün güzelliğine bakar mısınız!
Devlet "Hayata Dönüş" yalanıyla 19 Aralık katliamını yeni gerçekleştirmişti. O yıllarda, her görüş gününde hapishanelerin önü hayli kalabalık olurdu. Ayrı bir telaş ve sevinç yaşanırdı.
Görüşçülerin birincisi ve ikinci dereceden akraba olması zorunlu değildi. O zamanlar arada bir tanıdığım tutsak dostlara uğramak, sürprizler yapmak hoşuma giderdi.
Beklenmedik bir anda, bir kucak dolusu çiçekle görüş kabinlerinde dikilirdim karşılarına...
İbrahim'le şair arkadaşımızı ziyaret etmiştik. Hiç beklenmediği bir anda kucağımızdaki mor çiçeklerle bizi karşısında bulan dostumuz; görüş sonrası yazmıştı bu şiiri...
Nereden nereye mi?! Evet! Aynen öyle! 19 Aralık katliamından sonra isteseniz de dostlarınıza, arkadaşlarınıza böyle güzel sürprizler yapmanızın hiçbir koşulu kalmadı.
Kucak dolusu çiçekler mi?! Mektuplara yapıştırılmış kurutulmuş çiçekler bile; kazınarak çıkartıldıktan sonra sahibine veriliyor.
Karanfil kokulu cigara da, yeşil soğan da anılarda kaldı. Ama yine de, bütün bu kısıtlamalara, yasaklamalara inat, görüş günlerinin tatlı heyecanı erken başlıyor hücrelerde koğuşlarda.
Ziyaretçilerimiz birinci ve ikinci dereceden akrabalarımız ve üç arkadaşla sınırlı da olsa, her görüşe giderken adeta kanatlanıyoruz..
Mart ayı açık görüşü de bizim için böyle oldu. Yedi ay sonra ve beklemediğimiz bir zamanda, görüşten bir gün önce geleceğini öğrendik.
Tutuklandığımızdan beri ilk kez sevgilimle bir arada oğlumuzla görüşecektik! Aylardır, gerçekte ise, yıllardır biriktirdiğimiz özlemi 50 dakikada giderebilir miydik? Kurmak istediğimiz cümlelere yeter miydi 50 dakika?
Mümkün olsa, elli dakikayı bozdurup milim milim kullanacağız! Ama ne mümkün!
Yıllar sonra üç yakamız bir araya gelmişken anı donduralım dedik! O da olmadı. Ayda bir kez açık görüş oluyor. Fotoğrafçı yok! Fotoğraf makinesini ise, nereye koyduğunu bilmiyor!
Su gibi aktı, rüzgar gibi geçti o koca (!) elli dakika!!!
Geriye ne mi kaldı?
Elli dakikaya sığdırdığınız o muhteşem anın sevincini de, mutluluğunu da daha koğuşa dönmeden yitiriyorsunuz.
Koridorda geçtiğiniz her demir kapıda, attığınız her adımda o anın sizden uzaklaştığını; hızla eskidiğini, çok uzakta kaldığını hissediyorsunuz!
Gürültüyle üzerinize kilitlenen demir kapının ardında, kendinizi voltaya vurduğunuzda; katsayısı artmış özlemleriniz, kocaman bir boşluk, sırıl sıklam öfkeli, isyan yüklü asi bir hüzün kalıyor geriye!!! (FÖ/BA)
* 2 Nisan 2011, Kandıra 2 Nolu T Tipi Hapishanesi