Moody’s, 118 yıllık “Aaa” notunu ilk kez düşürerek ABD’nin borç ödeme kapasitesine dair tarihsel bir uyarı yaptı. Karar, yalnızca finansal bir ayrıntı değil; 2008’de görünür hâle gelen fakat ertelenen yapısal krizin, ABD hegemonyasındaki çözülmenin yeni bir kanıtı.
Bu yazı, not indiriminin ardındaki fiktif-sermaye temelli borçlanma modelini, doların “güvenli liman” statüsündeki paradoksu ve Çin merkezli yeni güç dengeleriyle birlikte küresel ekonomi‐politik düzende açtığı yarıkları inceliyor. Yazıda, hegemon olarak ABD”nin düşüşü ve Trump’ın revizyonist siyasetini yakından inceleyeceğim.
Son kale Moody’s de düştü
Bu kararın önemi, yalnızca bugünkü ekonomik göstergelere değil, aynı zamanda geçmişle kıyaslandığında ortaya çıkıyor: ABD, 20. yüzyıl boyunca iki büyük dünya savaşı, 1929 Büyük Buhranı, 1970’lerin stagflasyonu, 2008 küresel mali krizi gibi sarsıcı dönemlerden geçti —ama Moody’s bu süreçlerin hiçbirinde ABD’nin en yüksek kredi notu olan “Aaa” statüsünü değiştirmemişti. Oysa daha önce Standard&Poor’s 2011 yılında, ardından da Fitch 2023 yılında ABD’nin kredi notunu “AA+” seviyesine çekmişti. Moody’s’in de bu listeye katılmasıyla birlikte, artık üç büyük kredi derecelendirme kuruluşunun hiçbirinin ABD’ye en yüksek notu vermediği bir döneme girilmiş oldu.
Trump’ın ikinci başkanlık döneminin ilk çeyreğinde federal bütçenin yeniden açık vermesi, uygulanan vergi indirimi ve savunma harcamalarının artırılması gibi politikaların sürdürülebilirliği konusunda ciddi soru işaretleri doğurdu. Buna ek olarak, Trump yönetiminin iç politikadaki etkinliğini sınırlayan önemli bir gelişme de, bazı kritik yasaları kendi partisi olan Cumhuriyetçilerin tamamının desteğini alamadan Kongre’den geçirememesi oldu. Ekonomik cephede ise Trump’ın “America First” doktrinine dayanan korumacı ticaret politikaları, özellikle Çin ve Avrupa ile ticaret gerilimlerini tırmandırarak küresel tedarik zincirlerinde dalgalanmalar yarattı. Bu durum, yalnızca ABD ekonomisinde değil, dışa bağımlı ülkelerde de kur baskısı, sermaye çıkışı ve talep daralması gibi sonuçlarla kriz eğilimlerini daha da derinleştirdi.
Bu tür bir not indirimi, uluslararası yatırımcılara, borçlunun (bu durumda ABD’nin) borçlarını ödeme kabiliyetinde bir risk yükselişi olduğu mesajını verir. Böyle bir gelişme, ABD’nin borçlanma maliyetlerini yükseltirken, küresel düzeyde “güvenli liman” olarak görülen varlıkların (örneğin altın ve dolar) yeniden değerlendirilmesine neden olmakta. Bu kararın yaratığı dalga, henüz pazartesi günü borsadaki artış ile dengelenmiş gözükse de, ABD ekonomisindeki bu değişimi, borsadaki yükseliş ile dengelemek mümkün değil.
Fiktif sermaye ve senyorajın payı
Esas olarak Michael Roberts ve Guglielmo Carchedi’nin Capitalism in the 21st Century ve World in Crisis adlı çalışmalarında geliştirdikleri analizleri temelinde bu gelişmelere bakacağız. Buna göre son 30-40 yıl boyunca özellikle ABD merkezli özel sektör borçları, finansal araçlar ve türev piyasaları yoluyla ciddi bir şekilde büyümüş, bu da ekonomide reel üretimden kopuk bir “fiktif sermaye” birikimine yol açmıştır. Yani “fiktif sermaye”, gelecekte üretilecek artı-değerin bir kısmına şimdiden pay senedi-tahvil vb. aracılığıyla el koyma vaadi üzerine kurgulanmış, kâğıt üzerinde var olan hayali sermayedir. Nasreddin Hoca’nın “ipten yapılmamış çulun, daha kırkılmamış koyunun yününü satma” hikâyesini andıracak biçimde, ortada henüz yaratılmamış değer vardır; fakat o değere dair hukuksal bir talep bugünden el değiştirir. Bu yapay genişleme, finans piyasalarını büyütürken reel üretkenliğe dayanmayan bir büyüme biçimini teşvik etmiş ve bu yapının kriz eğilimleri not indirimleri gibi olaylarla su yüzüne çıkmıştır. Moody’s’in not indirimi bu anlamda yalnızca bir sonuç değil, aynı zamanda bu fiktifleşmiş kredi sisteminin taşıdığı kriz potansiyelinin teyidi niteliğindedir.
Doların küresel dolaşımı, yalnızca ABD ekonomisinin büyüklüğüne değil, aynı zamanda rezerv para konumuna dayanır. Roberts’a ve Carchedi’ye göre bu, ABD’nin mal ithal ederken karşılığında sadece kâğıt para vermesine, yani senyoraj kazanmasına olanak tanır: Birkaç sentlik 100 dolarlık banknot basıp, bununla faiz getiren tahvil satın alır ve aradaki farkı cebine koyar. Not indirimi sonrası dolar hâlâ rezerv para olduğu için talep sürmüş, yükselen tahvil faizleri de yatırımcıları çekerek sermaye çıkışını sınırlamıştır. Ancak ABD’nin ekonomik temelleri zayıfladıkça bu senyoraj avantajı da giderek kırılganlaşmaktadır.
Roberts ve Carchedi’ye göre kapitalist krizlerin temelinde, üretken yatırımların kârlılığı azalınca sermayenin giderek finansal alanlara kayması yatar. Bu yönelim, borca dayalı büyümeyi körükler; fakat borç, reel üretim değil fiktif sermaye işlemleri üzerinden birikir. Moody’s’in ABD’nin kredi notunu düşürmesi gibi adımlar, yatırımcı güvenini sarsarak serveti “güvenli liman” kabul edilen ABD tahvilleri veya altın gibi varlıklara iter. Böylece küresel faizler yükselir, gelişmekte olan ülkelere giren sermaye yavaşlar ya da geri çekilir. Dış borcu yüksek Türkiye gibi ekonomiler, borçların büyük kısmı üretime değil spekülatif alanlara aktığı için bu daralmadan doğrudan etkilenir. Kısa vadede borç akışı canlılık getirse de uzun vadede spekülasyon hâkim olur, finansal sermaye giderek fiktifleşir.
Zombi şirketler
Roberts, gelişmekte olan ülkelerdeki birçok küçük ve orta ölçekli işletmenin aslında çoktan "zombi şirket" statüsüne girdiğini, yalnızca düşük faiz ortamı sayesinde hayatta kaldıklarını belirtir. Ancak faiz oranları arttığında bu firmaların finansmana erişimi kesilir ve zincirleme iflaslar yaşanabilir. Bu durum yatırım ortamını baskılar ve sanayi üretimi yavaşlar. Düşük faiz oranlarına rağmen yüzeyde kalmaya çalışan binlerce borçlu şirket var.
Roberts, finansal sermayenin üretken sermayeyi bastırdığını ve teknolojik ilerlemenin önünü tıkadığını ifade eder. Sermaye, üretken olmayan ama kısa vadede daha kârlı görünen alanlara aktıkça, verimlilik artışı ve sanayi gelişimi sekteye uğrar. Bu nedenle, yüksek döviz kuru ve faiz oranları, Togg gibi projelerde yatırım kararlarını zorlaştırır, maliyetleri artırır ve iç talep daralması nedeniyle satışları sınırlayabilir. Yani Togg için asıl mesele, yeterli derece kullanabilir araba üretebilme yetkinliği değildir, kapitalist rekabet (fiyat, performans, tedarik zincirinde avantajlı olma, yepay zekâ şirketlerini ele geçirebilme yetkisi vs.) içinde ayakta kalabilecek yeterlikte olmamasıdır. Finansal değerleme biçimlerinin genişlemesi, artı değerin önemli bir kısmını üretken yatırımdan çekip aldı.
Buna ek olarak, hegemonya kaybı, ABD içinde ve dışında daha otoriter, savunmacı ve milliyetçi reflekslerin yükselmesine yol açtı. ABD, küresel liderliğini korumaya çalışırken hem askeri hem de ekonomik anlamda sınırlarına yaklaştı. Yalnızca Çin gibi rakip güçlerin yükselişi değil, aynı zamanda ABD’nin kendi içinde yaşadığı siyasal kutuplaşma ve kurumsal krizler de bu çözülüşü hızlandırıyor. Artık ABD'nin hegemonik pozisyonunu koruyabilmesi, daha çok yaptırımlara, gümrük tarifelerine, teknoloji savaşlarına ve para politikasına bağlı hale gelmiş durumda. Ancak bu araçlar, hegemonya kurmak için değil, mevcut gücü elde tutmaya yönelik birer savunma refleksi olarak çalışıyor. Böyle bir denklemde ABD, sadece liderliğini yitirmekle kalmıyor; aynı zamanda dünya sisteminin merkezinde giderek daha istikrarsız bir rol oynamaya başlıyor. Bu durum, uluslararası sistemde yeni güç dengelerinin oluşmasına zemin hazırlarken, özellikle bağımlı ekonomiler üzerinde hem fırsatlar hem de ciddi riskler yaratıyor.
Tesla ve ulus-devlet
Amerikan kapitalizminin, Fordizmle birlikte yükselen yüksek emek verimliliği; geniş coğrafyasının sunduğu doğal kaynaklar ve iç pazar olanaklarıyla birleştiğinde, ABD’yi dünya çapında en güçlü ekonomi haline getiren başlıca etkenlerden biri oldu. Buna karşılık, Avrupa’daki devletler hem ulusal sınırlarına hapsolmuş olmaları hem de daha düşük emek üretkenliği nedeniyle ABD ile rekabet edemediler. Lakin ABD bu üstünlüğünü korumakta zorluk çekmektedir. Son dönemin en önemli yeni üretim alanı olark görülen elektrikli araç (EA) rakamları üzerinden bu durumu görelim.
2025'in ilk çeyreğindeki satış rakamları gösterdi ki küresel EA satışları yaklaşık 4,1 milyon adetle geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 35 büyüdü ve toplam hafif araç pazarının neredeyse yüzde 19’una ulaştı. Satışların yüzde 60’ı Çin’de gerçekleşti; özellikle BYD yalnızca Çin’de değil Latin Amerika ve Avrupa’ya ihracatta da hız kazanarak 416 bin Tam Elektrikli Araç (TEA) teslimatıyla küresel liderliğe oturdu. Tesla küresel ölçekte 337 bin adetle ikinci sıraya gerilerken, ABD ve Avrupa’daki talep zayıflığı nedeniyle yıllık bazda çift haneli daralma yaşadı.
Avrupa’da toparlanan sübvansiyonlar VW Grubu’nu (özellikle VW, Audi, Škoda ve Cupra) öne çıkardı; grubun Batı Avrupa BEV satışları yüzde 150 artarak yaklaşık 66 bin adede çıktı ve Tesla’yı kıta liderliğinden etti. BMW, Renault ve Stellantis çift haneli artışlar kaydedip pazar paylarını korurken, ABD pazarı toplamda 360 bin EV ile durağan seyretti. Hindistan, Brezilya ve Vietnam gibi yükselen piyasalarda EV satışları hâlâ on binlerle sınırlı olsa da üç haneli büyüme ivmesi dikkat çekti; Türkiye’de ise Togg yılın ilk üç ayında 4 bin adetin üzerinde satışla pazarın üçte birini topladı. Böylece Çin merkezli fiyat savaşı, Avrupa’daki sıkı CO₂ hedefleri ve ABD’de sübvansiyonlara rağmen yavaşlayan talep, 2025’in ilk çeyreğinde EV rekabetinin bölgesel olarak farklı yönlere evrildiğini; küresel liderlik için menzil, yazılım ve fiyat kombinasyonunun belirleyici olacağını gösterdi. Bu durumu daha geniş ele aldığım Batarya kapitalizmi ve kaybedeni Togg başlıklı yazıda bu rekabeti ve Togg’un başarısızlığının nedenlerine bakılabilir.
Joe Biden, EV teşviklerini yalnızca UAW’ye bağlı sendikalı işçi çalıştıran otomotiv şirketlerine yönlendirirken, Tesla sendikasız kalarak maliyet avantajını korumayı seçti. Elon Musk’ın üretim masraflarını düşürme ve rakipleri karşısında teknolojik üstünlük elde etme stratejisiyle Trump’ı, dolayısıyla da küresel ölçekte benzer politikaları desteklemesi bize önemli bir noktayı hatırlatıyor: Şirketler hâlâ ulus-devletlere ihtiyaç duyar. Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” ya da Negri-Hardt’ın Empire modeli gibi tek merkezli, çatışmasız ve kendi içinde uyumlu bir dünya sistemi tasavvurlarını —yakın zamanda benzer bir çizgiye katıldığını açıklayan Tarık Ali dâhil— son gelişmelerle yeniden boşa düşürmüş oldu.
Trump ve revizyonist aktör
Arjantinli Juan Chingo Trump, Amerikan "revizyonizmi" ve "Batı"nın çöküşü adlı yazısında ise, Donald Trump döneminde şekillenen “America First” doktrininin II. Dünya Savaşı sonrasında Washington’ın kurduğu çok-taraflı liberal düzeni fiilen terk eden bir “ABD kaynaklı revizyonizm” olduğu savunuyor. Yazar, bu revizyonizmin arka planında ABD hegemonyasının maddi-ekonomik temellerindeki aşınma bulunduğunu vurguluyor: İmalat sanayindeki payın azalması, üretken yatırımların finansallaşmış kâr arayışına yönelmesi, askeri-endüstriyel kapasitenin düşmesi, tedarik zincirlerinin Asya’ya kayması ve toplumsal meşruiyeti zayıflatan uzun dış savaşlar, Washington’ı artık küresel statükonun koruyucusu değil, kuralları yeniden yazarak göreli güç kaybını telafi etmeye çalışan bir aktör hâline getiriyor. Trump’ın gümrük tarifeleri, ikili pazarlık stratejisi, dolar ve yaptırımları “stratejik silah” gibi kullanması bu yeni çizginin somut araçları olarak değerlendiriliyor. Bu sert araçlar kısa vadede iç pazar ve sermayeyi koruma iddiası taşısa da, uzun vadede küresel bloklaşmayı hızlandırıyor: Çin “asimetrik” karşı hamlelerle kritik madenler ve dev iç pazarı üzerinden baskıyı hafifletmeye çalışıyor; Güneydoğu Asya ve Küresel Güney tedarik zincirlerini çeşitlendirme baskısıyla “dengeci” pozisyonlara yöneliyor. Avrupa Birliği ise hem Çin pazarına hem de ABD güvenlik şemsiyesine bağımlı yapısıyla stratejik tereddüt içinde kalıyor. Böylece IMF, WTO, NATO gibi çok-taraflı kurumlar artık hegemonun çıkarlarını otomatik olarak garanti eden aygıtlar olmaktan çıkıp pazarlık sahasına dönüşüyor.
Yazar, ABD’nin iç borçluluk, altyapı erozyonu ve siyasal kutuplaşma gibi yapısal sorunlarını çözmeden korumacılıkla üretimi geri getiremeyeceğini; aksine, hegemonyanın gerilemesiyle birlikte yaptırım, ambargo, gümrük tarifesi gibi maliyeti yüksek yöntemlere daha sık başvurmak zorunda kalacağını belirtiyor. Sonuçta ortaya çıkan tablo, düzen kurucu yeteneklerini yitiren bir güçlü ama “yüksek maliyetli, düşük meşruiyetli” hegemon ve buna eşlik eden çok-kutuplu, istikrarsız bir dünya ekonomisidir; yeni dönemin karakteri de hegemonun gerilemesiyle hızlanan revizyonist aktör olarak tanımlanıyor. Revizyonist siyaset, gerileyen hegemonun (ABD) küresel düzenin kurallarını kendi lehine yeniden yazmaya çalışırken tetiklediği çok-kutuplu belirsizlik ve çatışma sürecidir.
Hegemon üretim, ticaret, finans ve güvenlik alanlarında artık sistemin hakemi değil, seçici biçimde anlaşmaları bozup yeni yaptırımlar, tarifeler, ikili pazarlıklar dayatan bir “revizyonist” aktöre dönüşür; bu da çok-kutuplu güçlerin karşı hamleleriyle birlikte dünya ekonomisinde istikrarsız, kesintili ve maliyeti yüksek bir rekabet ortamı yaratır. Bu yeni emperyal saldırganlık üç temele dayanıyor: Hammadde kontrolü, teknolojik egemenlik ve müttefiklerin tabiiyeti. Chingo ayrıca Batı olarak ortak kabul edilen Avrupa ve ABD’nin bu revizyonist siyaset sebebiyle atlantiğin iki yakası olarak bir bölünme sürecine girdiklerini de belirtiyor.
Moody’s’in not indirimi, tarihsel düşüş sürecinin küçük kilometre taşlarından biridir. Yakın gelecekte, ne mevcut ekonomik ne de askerî sorunlara kalıcı bir çözüm görünmektedir. ABD hegemonyasının görece hızlı yükselişinin ardında iki dünya savaşı ve 1929 Büyük Buhranı gibi zamanı “hızlandıran” krizler yatıyordu. Trump’ın izleyeceği siyaset, her ne kadar ABD’nin üstünlüğünü yeniden tesis etmeyi amaçlasa da, bu düşüşü hızlandırma potansiyelini de barındırıyor. (VHY/TY)