İrem Uzunhasanoğlu’nun Eylül 2018’de İthaki Yayınları’ndan çıkan son romanı Ufkun Öte Yanı, yıllar önce okuduğum Tanrı’nın Sessizliği (Gilbert Sinoue) ve Yüzüncü Ad-Baldassare’nin Yolculuğu (Amin Maalouf) kitaplarını tekrar hatırlattı.
Gilbert’nin şifreli not defteri, Amin’in eski yazma el kitabı ve İrem’in günlük ve el yazması kitabı… Üç farklı dönem, üç farklı yazar, üç farklı eylemler yumağı ama ortak mekan Ortadoğu! Ve gözden girip zihnin kıvrımlarında salınan mitsel kurgular, şiirsel kelamlar, semavi edimler, özgün ve güçlü karakterler... İrem’in Refikası… Refika’nın Hristo’su… Hristo’nun ikirciklikleri… Yağmurun bozkıra düştüğünde mest eden o kokusu gibiydi ilk sevişmenin sözcükleri:
“Suya ve göğe yazılı hikayemsin, dedim.
Hikayen hikayemdir, dedi.
Havalar soğuyor artık, dedim.
Yüreğim sıcacık, dedi.
Geceleri üzerimi açarım ben, dedim.
Sen aç ben örterim, dedi.”
(s. 123)
Alıntılanan diyalogdaki şiirselliğin duyguları yansıtmadaki vuruculuğu ve dildeki akıcılık, kitabın tamamında başarılı bir şekilde görülüyor. Bazen kısa, bazense uzun cümlelerin oluşturduğu akış, romanın dilini ritmik bir sunuşa eriştirmiş. Romanın kurgusal yapısındaki çeşitlilik ve kahramanlarla bölüşülen yazma eyleminden doğan soru ise şu: Peki burada yazar kim? Romanın baş karakteri ve olayların ana sürdürücüsü Aren mi? Aren’in asistanlığını yürüten ve tanışıklıktan bir süre sonra yaşamına yitiren Refika Karahisar mı? Belki de her ikisi... Veyahut sadece mavi gecelerde yazarın zihninde gezinen bir karakter. Salt kurgu, salt hayal.
Gilbert’in hayal meyal bir cümlesini hatırlıyorum “Üç din, üç körlük ve yalnız bir Tanrı…” Kitabın karakteri Hristo’yu hiçliğe sürükleyin aidiyetiydi; dini, dili ve etnik kökleriyle benzeşme yakalanıyor yeniden. Zangoçluk yaptığı zamanlardaki tazeliğini yerle bir eden dini cüppesi onu Refika’dan ayırmakla kalmaz, kendisini de ölüye çevirir. Ölmeyen bir ölüye, Araf’ta asılı kalan bir dipsiz kuyuya dönüşür. Evrende yalnız olan sadece Tanrı değildir kuşkusuz. Üstelik Refika da o kadar teklikteyken.
Ufkun Öte Yanı, yazarın tüm süreçlere hakim olduğu bir roman. Dilin savrulmadığı, karakterlerin bütünlük içinde verildiği ve kurguda boşluk bırakmayan bir nitelikte. Nitekim Uzunhasanoğlu, bunu Refika’nın aracılığıyla yazarın asistanı Aren’e söyletmektedir:
“Yazar dediğin toplumun çok iyi bir gözlemcisi olacak, devamlı çantasında öyküler biriktirecek. Kalem beni nereye götürürse yazarım demek yanlış bir biçimdir. Ne yazdığını ve neden yazdığını bileceksin oğlum.” (s. 69)
Burada yazar meta-bilişsel bir düzlemde hareket etmekte ve tüm zihinsel süreçlerde kontrolün kendisinde olduğunu göstermektedir. Bu kendinde oluşun en belirginleştiği yerse seçilen mekanlardaki gerçeklik: Kıbrıs, Selanik ve İstanbul. Günümüz Kıbrıs’ının Dipkarpaz’ı ile Rum, Maruni ve Türk etnisiteleri arasında “bölüştürülen” ve “geçişsizleştirilen” alanlarında geçen romanın Kıbrıs bölümü okurlara tanıdık gelir. Belki de Refika’nın yolculuğunda Kıbrıs adasının en özgür canlıları arasında olan yabani eşeklerin adını bir kez daha duyacaktır okur.
Romanda bahsi geçen manastırlar ise kendilerini tarihsel gerçeklere dayandırır; zira şu an bile bin yıldır kadınların girmesinin yasak olduğu manastırlar vardır. Aynaroz Yarımadası’ndaki manastırlarda var olan katı geleneğin benzerini Refika’nın Hristo’dan fiziken ayrı kalmasına neden olan koşullarda hala bulmak mümkün. Kıbrıs’ın bölünmüşlüğü salt fiziksel sınırlarla değil kendini dinsel tabularla da göstermekte. Bu bölünmüşlüktür romanı ruhunu oluşturan. Arayışlar, aidiyetler ve kopamamaların yarattığı giriftliğin çıkmazındaki bireyler ve yaşanamamışlıklar, romanda okuru da üzse de Uzunhasanoğlu masalı “masalların gerekliliğine” uyarak mutlu bitirir ve Aren ve Natali için dinsel körlük durumu oluşmaz.
Gözünü karanlığa açan Aren ile başlayan romanda olay akışı iki paralel örgüyle işlenmiş. Refika’nın başlatıcısı olduğu kurgu ve Aren ile başlayan diğer çizgi. Bu iki başlangıç arasında elli yıl civarındaki zaman farkı ve geçişler Refika’nın günlüğü, Refika’nın ölümünden sonraki olaylar ve Aren’in romanın temel amacı olan el yazmasındaki sır ve Refika’nın sıfır noktası olan Kıbrıs’taki araştırmaları arasında paylaştırılmış. Yazarın kendisinin doğrudan aktardığı içsel ve dışsal betimlemeler, içeriğe yerleştirilmiş ve bütün bunlar taşın gediğe oturmasını sağlamıştır:
“Değişik bir adamdı Emre. Tanımlaması biraz zordu, eski ama çok eki zamanlara ait ama aynı zamanda moderndi. Sanki bir horoz şekerine kandırabileceğiniz küçük bir çocuk kadar saf ama aynı zamanda şekeri size yutturabilecek kadar kurnaz. Sanki eski bir dostmuşçasına sıcak kanlı ama aynı zamanda yeni tanıştığınız gibi mesafeli. Charles Dickens’in kötü karekterleri kadar kötü ama bir o kadar da yüzünden iyilik akan bir rahibe kadar berrak. Bu vakur görünümünün altında nasıl besliyordu ukalalığı? Burnu havadayken nasıl bu kadar mütevazı olabiliyordu? Bu kadar enerji dolu ve neşeli bir insan nasıl oluyor da yoğun bir hüznün koynunda besleniyordu? Bir kedi gibi kamburunu çıkarıp, ‘Bana yaklaşma,’ mesajı verirken aynı zamanda ağzına topunu almış sahibine koşan bir köpek misali mutlu olabiliyordu? Bu kadar zıt karakteri bir vücutta ve bir ruhta nasıl saklayabiliyordu?”
(s. 36-37)
Hristo’nun çözümlemesinde çıta biraz daha yükselir:
“Şimdi düşünüyorum da; sen o küçük manastırın zangocuyken daha mutlu, daha huzurluydun, aşk sana bir muamma gibi geldiğinden onu nerelere koyacağını bilemedin aynı zamanda da bir kurtarıcı gibi gördün beni. Gücünü benimle topladın, kararlarını benimle verdin ve bana ihtiyacının kalmadığını anda benden kurtuldun. Çünkü insanlar böyledir, ilişkileri böyle hercai bir maymun iştahlılıkla savurur ve ardındaki enkaza bile bakmadan yürür gider.”
(s. 150)
Tanrı anlatıcının olay örgüsüne hakim konumu bu romanda net olarak görülmektedir. Yazar yine de anlatıcıyı; mekanın, karakterin ya da bakış açısının gerektirdiği bir yöntemle ele alıp anlatıcı türlerini yeri geldikçe değiştirmiş ve anlatımın okuyucuda berraklaşmasını sağlamış. Anlatıcı kimi kez Refika, kimi kez Aren ve Hristo iken kiminde ise sadece kendisidir:
“Bazı gecelerin sonu gelmez, karanlığı sabaha katarsın, biraz alacakaranlık serper, içine günü doğurursun bir bakmışsın elindekine, sadece acı kalmış. Umut da en az gece kadar katran karasıdır öyle gecelerde. Demir kapılar gibi ağırlaşan göz kapaklarından uyku aksa da, içine zindanların karanlığı sirayet etse de sonu gelmez. Bir iç sıkıntısıyla beklersin ki uyku gelip tavana dikili gözlerine konsun. Oysa zift olur yapışır kalır üzerine o sıcak karanlık. Gece devrilmez, şafak sökmez ve sen benliğini sessizliğine katar öylece beklersin, hu çekersin içinden sabırla.”
(s. 26)
Acaba der insan, yukarıdaki alıntı, yazarın Ufkun Öte Yanı’nı yazarkenki bilinç akışı mıdır? Hem zaten yazar yazdıklarından ne kadar soyutlayabilir ki kendini?
Karakterlerin içsel konuşmalarındaki yoğunluk ve şiirsellik, anlatımı destan ozanlarının kıvamına yaklaştırır. Döngüsel bir dönüş görülür, naif bir tını duyulur. Nitekim kimi yerlerde tekrarlanan “sabırla” ve “uğultular” sözcükleri, destan ozanları ya da epik metinlerde, sabit aralıklarla tekrarlanan ve ozanın/anlatıcının metnin ezberlemesini ve hatırlamasını kolaylaştıran söz tekrarlarının olması Uzunhasanoğlu’nun destan okumalarından aldığı biçemi romana yansıttığını göstermektedir. Bu tekrarlar, metnin iskeletini oluşturuyor gibidir. Ritmik, tanıdık ve seslendirildiğinde güç veren tekrarlardır bunlar.
Polisiye-gerilim izlenimiyle başlayan kitap bu izleğini kitap ilerledikçe silikleştirip yerini –özellikle Refika’nın günlüklerinde ve olaylara eklemlenen diğer kahramanlar aracılığıyla- lirik bir içerik ve anonim bir anlatışa bırakır. Kült yazarlara -Atilla İlhan, Yahya Kemal, Tanpınar; Dante, Poe, Dickens, Murakami- eser kahramanlarına –Samsa, Faust- ve yapıtlara –Odyssia, Kayıp Cennet, İlyada, İlahi Komedya, Decameron- yapılan atıflarla beraber edebi nitelik, romanın içerik yelpazesine bir açı daha eklemiştir. Zira Ufkun Öte Yanı, çokça yazar kahramanı barındıran bir kurgu. Ve araya serpiştirilen yazın sektörüne yönelik eleştiriler kitabın yazınsal bağlam diriliğine katkı sunmuştur.
Aren’in amacı –aynı zamanda ondan istenen de- Refika hakkında bilgiler toplayıp onun yaşamını anlatan bir roman yazmaktır. Ancak Ufkun Öte Yanı zaten Refika’nın romanıdır. Roman, burada kendini var etmiştir. Ya da Ufkun Öte yanı Refika’nın hayattayken yazamadığı Bedbaht Hasan Bey’in Kayıp Günleri ya da Mavi olmasın? Bilemeyiz. Zira, romanı tanrısı yazardır. Hem zaten yazar da Aren’e sorar; "Senin ne işin var başkasının hikayesinde" (s. 182). diye. Bu soruş, yazarın meta-bilişsel algısını ve roman sahipliğinin kendisinde olduğunu bir kez daha gösterir. Kurguya yerleştirilen Kıbrıs Sorunu ve 6-7 Eylül Olayları ile HES’lere ilişkin içerikler, romanın, öncesinde değinilen gerçek mekanlarla olan ilişkisini burada gerçek ve güncel olaylarla da bağlantılanmasını sağlamış. Bu tercih, romanın ilişkiler ağını güçlendirmiştir.
Romanın en sık referans noktalarından biri de “mavi” sözcüğü. Bunu Refika’nın “su” vurgusu ile ilintilendirebiliriz. Refika’nın yazmayı düşündüğü romanın ismi ve Refika’nın kedisi Milena öldüğünde konulacak poşetin rengi de mavidir yine. Yazarın kediye verdiği isim dikkati çeken bir diğer yazınsal unsurdur. Refika’nın Hristo’ya yolladığı mektup düşünüldüğünde Milena’nın Kafka ile ilişkilendirilmesini akla getiriyor. Böceğe dönüşen Samsa’ya karşılık din insanı Hristo’nun kara cübbesi. Bu kurgusal durumun nedenini bilemeyiz. Bazen dünyanın en önemli gelişmeleri bile basit bir rastlantı sonucu meydana gelirken, şu an kurduğumuz denklem yazarın bilinçli tercihi de olabilir. Kedi Milena, bir kara kutudur. Refika’nın kara kutusu. Gören, bilen, hisseden ama söylemeyen kedi, Refika’nın şüpheli ölümünden sonra Aren tarafından alınır, ancak bir süre sonra ölür ve sırları ile beraber gömülür. Hristo gibi o da kendi içindekilerle kalır. Aren, belki de Refika’nın öcünü onu dinlemeyerek alır ve onu daha da yalnızlığa iter.
Karanlıkta nedeni ilkin açıklanmayan darp olayı ile başlayan romandaki merak unsuru neredeyse romanın sonuna kadar taşınabilmiş. Bu başarıdaki en önemli pay iyi kurgulanmış ve kurguya malzeme olacak verilerin iyi toplanmasıyla ilgilidir. Yazar, salt merak uyandıran bir kurguyla değil, dil ve sözcük seçiminde de titiz davranarak metni, başarılı bir roman düzeyine yükseltebilmiştir. Düz yazı türlerinde kimi kez yazarın olay ve dilsel akışta engel olamadığı sıradanlaşma durumları yaşanabilmekte ve bu durum, okuyucunun okuma sürecinde dikkat ya da odak kaybına neden oluşturmaktadır. Ufkun Öte Yanında kitabı, bu tür olumsuzluklar barındırmaması yanında yazarın zıtlıklarla yapılan uyarım ve dikkat toplama bölümleri de içermekte:
“Ve kalbinin gümbürtüsüne aldırış etmeyerek, kendini zamanın akışına bıraktı.
Veya akmayışına.”
(s. 88)
Alıntıdaki karşıtlıkların birlikte var olması durumu aynı zamanda kitabın çoğunluğuna hakim olan şiirsel anlatımla da devamlılık sağlamaktadır. Bir bütünlük, bir tek nefeslilik. Aren’in Refika Hanım’a sorduğu: “Peki ya okurda bitmemişlik duygusu veren hikayeler Refika Hanım? Daha ilgi çekici olabilir mi sizce?” (s. 70) Zeigarnik etkisi olarak görülebilecek bir kullanımdır.
İnsanın yarım kalanı tamamlama eğilimi. Bu eksikliğin giderimi romanın temel çıkış noktalarından biri. Kitapta yarım kalmışlıklar çokçadır ve en belirgin olanı Refika-Hristo aşkıdır. Eksikliğin doğurduğu arayışlar ve arayışların amacı olan tamamlanma gereksinimi. Bu iki merkezli arayış yaşamın çoğunluğunda karşımıza çıkmaktadır. Birey, bir yönüyle eksiktir ve kendini tamamlamaya girişir. Mutluluk eksikliği, aidiyet eksikliği, düşünsel eksiklik veyahut kurgusal eksiklik.
Refika’nın Kıbrıs’ta kendini var etmeye devam ettiği süreç romana ve gizeme yön veren bir noktada. Eksikliğin giderilmesi sonucunda düşülen yol, yolun getirdiği rastlantılar, eklentiler, eksiklikler ve ortaya çıkan panorama... Burada kaderin katılığı mı yoksa insanın iradesi mi sorunsalına, kitapta Refika’nın düşünsel sorgulamalarında karşılaşmaktayız.
Hristo’nun kişiliği üzerinden örtük olarak betimlenen aidiyet kavramı romanın karamsarlık yaratan parçasıdır. Aidiyetlerinden (din, etknik) kopamayan Hristo, Refika ile bütünleşemez ve sulara açılamaz. Kurur ve kurutur. Refika’yı köksüz olmakla suçlar ve ona “suda salınmayı seviyorsun” der. Ve bu tutum, yarım kalmışlıkları da beraberinde getirir. Refika, yarım kalmışlıklarını belki de kitaplar yazarak gidermeye çalışır. Hristo’dan oluşan ve sonlanan gebeliğinin eksikliği, hıncı ve özlemi. Refika hep eksik kalmıştır. Muazzam sayıdaki su damlası içinde kendine ait bir damla bulamamıştır. Tıpkı Hristo gibi. Ve insan düşünür, o kadar insan yalnızken bu kadar insan neden yalnızdır, diye?
İşte tüm bunları toparladığımızda, Ufkun Öte Yanı, bir yönüyle kadim lirik dili, diğer yönüyle de çağcıl bağlamı ilmik ilmik örtüştürüp berrak bir okuma süreci yaşatan bir kurguya sahiptir. (AM/BK)
* Ufkun Öte Yanı, İrem Uzunhasanoğlu, İthaki Yayınları, İstanbul, 2018.