Bu yazı 17 Ağustos 2013 tarihinde Mada Masr'da yayınlanmıştı. bianet'in Arap Ayaklanmaları yazı dizisi için Begüm Zorlu tarafından Türkçeye çevrildi.
12 saattir tek başıma oturarak ne yapacağım konusunda mücadele veriyorum. 29 Ocak 2011 tarihinde Mısır’a gitmek için uçağa bindiğim zamandan beri ilk kez ne yapacağımız bilmez haldeyim.
Bizleri bugünlerden daha kötü günler bekliyor.
Dünyayı değiştirebileceğimizi düşündük. Şimdi anlıyorum ki bu his bize has değil, devrimci her akım kaderi belirten bir niyetle yola çıkıyor. İnançlarımızdan hislerimizden vazgeçmiyoruz; onları gömmüyoruz ancak o duygu – gençlik iyimserliği mi desem, saflık mı, idealizm mi, yoksa aptallık mı? – şimdilerde tamamen ve geri dönülemez bir şekilde yok oldu.
Ölenlerin ardından yas tutuyorum ve onları öldürenleri kınıyorum. Ölenlerin ardından yas tutuyorum ve bu cinayetlere bahane bulanları kınıyorum. Bu olaylar nasıl bu noktaya geldi? Biz nasıl buraya geldik? Burası neresidir?
Tarih 12 Şubat 2011. Hüsnü Mübarek devrildi. Sabah bir işi tamamlamak için Amerika'ya uçacağım ve sonrasında ülkenin yeniden kurulmasına yardım etmek için temelli Kahire'ye taşınacağım. Annemin balkonunda oturuyoruz. Sigara ve çay içerek kendimizi soğuktan korumaya çalışarak bir yandan da bütün olanlar, yaptıklarımız ve daha yapacaklarımız hakkında konuşuyoruz. O geceki sohbet konularında her şey muhtemeldi; küresel devrimin görkeminden, bakanlık atamaları konusunda pratik ve etraflıca yeniden düşünmeye ve sinema okulunun kurulması gereklilikleri ve önemli önemsiz detaylarına kadar sabaha kadar konuştuk ve notlar aldım.
Belki de bana en çok acı veren bu anıydı.
Amerika'dan dönene kadarki süre içerisinde Ordu, Tahrir Meydanı'nda düzenlenen iki oturma eylemini dağıtmış, siviller topluca askeri mahkemelerde yargılamaya başlamış ve kadın eylemcileri "bekaret testleri" ile aşağılamaya başlamıştı. Devrim artık daha küçük ölçekte olmasına rağmen daha odaklanmış, ciddi ve sürekli saldırılara maruz kalan bir durumdaydı. Düşmeyen hükümet, derin devlet, istemci devlet ayda bir saldırı düzenlemekteydi. Tahrir Meydanı Mart, Nisan, Ağustos ve Aralık aylarında eylemlerden temizlenmişti. Eylemcilere İsrail Büyükelçiliği'nde saldırmakta ve Kahire merkezini Kasım ayından gözyaşartıcı gazla puslu bir halde kuşatmaktaydı. Bakanlar Kurulu binası çatısından taşlar ve molotof kokteyli yağmuru yapmakta ve Port Said Stadyumu kapılarını insanlar içerideyken lehimleyip ölüm tuzağı kurmaktaydı. İnsanlar her ay mücadele sırasında ölmekteydi.
Ordunun ülke üzerindeki kontrolünü kırabileceğimiz zamanlar olmuştu. Mübarek düştükten sonra Tahrir Meydanı'ndan ayrılmamalıydık çünkü burası kumanda merkezi gibiydi ve politikacılar tarafından ele geçirilmemişti. Ama bizler burayı bıraktık. İnsanlar evlerine gidip duş almak ve kendi yataklarında uyumak istiyorlardı. Herkes ertesi gün geleceğini söyledi ama bir şekilde gelmediler. Sonra bir anda ağırbaşlı ve kararlı vatanseverlerin temizlik ekipleri ortada belirdi ve öğlene kadar her şey düzenli ve temizdi. Eylemden hiçbir iz kalmamıştı.
Kasım 2011 ve Ocak 2012 tarihlerinde sokaklar askeri idarenin bitmesi sloganlarıyla yankılanmaktaydı. Ancak sokak eylemlerini politik kazanıma dönüştürme şimdilerde siyasetçilerin kendi kendilerine atadıkları bir görev olmuştu. Artık ordunun konuşabileceği kişiler vardı. Devrimciler, liberaller, Kardeşlik ve Selefiler gibi orduya sözde karşıt olan taraflar acaba ortak noktada nerede buluşacaklardı? Belki ölümde. Belki de değil. Belki de sivil idarenin olduğu bir ülkeye yakın bir yerde.
Gerçek, ideolojik bir ittifak hiç bir zaman mümkün olmamıştı, ancak planlı ve pratik bir birliktelik işe yarayabilirdi. Ama maalesef birlikte çalışmak yerine tarafların her biri defalarca orduyla ayrı ayrı görüşüp anlaşmalar yapmışlar ve kendilerine en güçlü taktik üstünlüğü sağlayacak olan generalleri desteklediler. Bu durumdan herkes suçluydu. Kendilerini devrimle ittifak halinde sunan köklü ve zengin liberaller tartışılır bir biçimde konfor içinde yaşamaktaydılar ve orduyla tarihi bağları olup düzenli olarak Kardeşlik’i şeytan gibi göstermekteydiler. Kendilerini politikadan soyutlayan devrimciler ise bu denklemden kendilerini resmen çıkartmışlardı. Selefiler ise aslında tek ilgili taraftı ve bu pozisyonları onlara güç ve Eğitim ve Sağlık gibi Bakanlıkları kazandırdı. Ve son olarak da sokaklara çok sayıda insan çıkarma yeteneğine düşkün olan Kardeşlik ise , liberal kesime ciddi seçim vaatlerinde bulunup Amerika lobisi yapan ve aynı zamanda orduya da ayrıcalık ve denetim teklif ederek başından beri küstah ve ikiyüzlü bir tutum izlemişti.
İktidarda olduğü zamanlar Muhammed Mursi İçişleri Bakanlığı görevini almayı reddetmişti. Bunun yerine Asyut Emniyet Müdürü olarak Ocak 2011’de Asyut’ta devrimcilerin hemen hemen hepsini katleden Muhammed Mahmud katliamların olduğu zaman da Silahlı Kuvvetler Yüksek Şurası Genel güvenlik Şefi görevlerinde bulunan Ahmed Cemal Eddin’i bu göreve atamıştır.
Aslında eskiden beri halkın gerçek düşmanı polis ve orduydu yani güvenlik devletiydi. Bu güçler tamamen devre dışı bırakılmadan ülke olarak hiçbir yere gelemeyiz. Aslında bu hedefin gerçekleştirilebileceği, sivil idarenin oluşturulabileceği bir fırsat anı olmuştu. Ancak Mursi ve Müslüman Kardeşler’in organize olmuş bir ordu gerçeğine karşı, uyuşmayan ve çekişme halinde olan sol ve liberal güçlerle birlikte çalışma zorluğunu seçmeleri gerekmekteydi.
Şimdi Saraybosna’dan yazıyorum. Dün, Kahire’de kendilerini her yönden kuşatan çapraz ateşten kaçmak için Altı Ekim Köprüsü’nden insanlar atlarken, Sbrebrenica Anıtı Müzesi’nde oturdum. General Ratko Mladic kameraya bakıp tarih hakkında konuşmasına geri döndüm:
“Bugün tarihlerden 11 Temmuz 1995. Önemli Sırp kutsal günü öncesi Sırp Srebrenica’dayız. Türklere karşı başkaldırma anısına bu kenti Sırp milletine hediye ediyoruz. Artık Müslümanlardan öç alma zamanı gelmiştir.”
Yalnız başıma sokaklarda geziniyorum. Bütün binalar savaşın izleriyle adeta işaretlenmiş gibiydi. Film festivalinin açılış galasında tek başıma içerek müzedeki videodaki kadını düşünüyorum.
Eğer çığlık atsaydım, eğer onu alamayacaklarını haykırsaydım, eğer onu sımsıkı tutsaydım. Eğer birşeyler yapsaydım ne bileyim belki de o zaman kendimle yaşayabilirdim.
****
Tarihlerden 27 Haziran 2013. Estoril’de televizyon altındaki kenar bir masada oturuyoruz. Altı kişilik grubumuzdan üçümüz 30 Haziran tarihindeki yürüyüşlere ciddi bir şekilde saldırılacağına inanmaktayız. Bu, eski Ulusal Demokrat Parti ağlarının ülkeyi kaosa sürükleyip ordunun tekrar kontrolü ele alması için mükemmel bir fırsat oluşturmaktaydı. Ölüm listelerinden bahsedilmekteydi. Koruyucu gözlüklere yüzlerce pound harcadım. Umarım ki gazdan gözlerimizi korur. O gün yürüyüşe katılmak istemiyorum. Mursi’nin gitmesini istiyorum ancak duyduğumuz tüm sesler eski rejimden idi ve internet üzerindeki ağızdan ağıza dolaşan talimatlarda ordu ve polis aleyhine kimsenin protesto eylemi yapmaması konusunda ısrarlar vardı. Fakat arkadaşlarımın hepsi yürüyüşe katılıyorlar o yüzden benim seçeneğim nedir? Onları ölürken televizyonda izlemek mi?
Olayları yanlış yorumladık. Ordunun ve rejimin dökülmesini istediği kan bizimki değildi. En azından bu sefer bizimki değildi. Bunun nedeni acaba bizlerin olaylarla bağlantısız olmamız mı? yoksa çok güçlü beklenmedik bir sonuç ve tepki mi olacaktı?
Ve, tıpkı 11 Şubat 2011’de söylendiği gibi 3 Temmuz tarihinde ordu darbe düzenledi. Şubat ayında Mübarek’i iktidardan indirerek halk baskısını azalttılar. Ve işe yaradı. Bu sefer ne oldu? Sokak baskısı orduyu tepki vermeye mi zorladı? Yoksa kendi istediğini elde etmek için Tamarood yoluyla ordu sokak baskısını kendisi mi yarattı?
****
Acaba silahsız taraf hiç bir zaman kazanabilecek mi?
İranlı bir arkadaşım bir zaman beni aslında istediğimizin bir devrim değil bir reform/ıslahat olduğu konusunda ikna etmişti. Çünkü devrimleri sadece en çok şiddet uygulayan taraf kazanır.
Bugün uyandığımda okuduğum ilk şey Adam Shatz’dı. Şöyle yazmıştı:
“Mısır’ın devrimcileri devrime olan inançlarını devrimin varlığıyla karıştırdılar.”
Ama inançlarımız olmadan başka neyimiz olabilir ki? Onlar eylemlerimizin ve kimliklerimizin temelini oluştururlar. Ve bu hayatı değiştirecek yapıdadır: Bir an, kendi içimizde hepimizin paylaştığı bir inanç. Sonsuz bir hayal kırıklığı, açgözlülük ve kötülük içinde o an, işte en sonunda insan olmanın bir değerinin olduğu an, bir topluluk içinde olmanın elinde kitapla yalnız olmaya tercih edileceği o an. Hiçbir zaman değerini kaybetmeyecek olan bir değer yargısıdır. İnsanların nasıl güçlü ve korkusuz olduğunu göz önüne alınca bu iki değeri hafife alamazsınız. Devrimin varlığı ile siyasi liderlik ve sürecin varlığı karıştırılmamalıdır. Biz ne zaman bitti dersek devrim bitecektir. Ne zaman artık onun için ölmediğimizde devrim bitecektir.
Kahire’de Bab el-Luk semtindeki dairemden ne zaman süpermarkete gitmek için çıksam 22 Kasım 2011’de Muhammed Mahmud Sokağı’ndaki ilk çatışmada sırasında saklandığım kapı aralığını görürüm. Sokağı dolduran gözyaşatıcı gaz bulutunun kokusunu alırım, kilitli cam kapıyı ve gitgide yakınlaşan polis ateşinin yansımasını görürüm. Bir silahın ateşlenmesini ve tekrar doldurulmasının sesinin gürültüsünü duyarım ve tüm açıklığıyla kendi düşüncelerimi duyarım.
Geri dön. Haksızlığa tahammül et. Belki bu şekilde hayatta kalabilirsin. Karşı dur. Seni hatırlayacaklar. Artık sıra sende. İnsanlar senden daha çok şey verdi. Gözlerini bile verdiler. Alaa hapiste. Gayet cesurca karşıladılar. Cesurca. Karşı dur. Seni de hatırlayacaklar.
Bugün ölüme karşı duramadım. Bugün sadece yazan bir korkağım. Devrimin uzaklara sürüklenerek sığ bir mezar üzerinde ateşe maruz kaldığımı görüyorum ve ne yapacağımı bilemiyorum. Ama şunu biliyorum ki çok geç olmadan bizler devrimi sımsıkı kavrayıp onun için savaşacağız. Bunu yapmak zorundayız yoksa hiçbir zaman kendimizle barışık yaşayamayacağız.
* Yazının İngilizce versiyonuna ulaşmak için tıklayın. Yazarın kişisel web sayfası.
ARAP AYAKLANMALARI'NIN 5. YILI YAZI DİZİSİ
25 Ocak Pazartesi - Arap Ayaklanmaları Yazı Dizisine Başlarken
25 Ocak Pazartesi - Arap Ayaklanmaları'nın 5. Yılı: Kronoloji
25 Ocak Pazartesi - Yedi Ülkede Arap Ayaklanmaları'nın Dünü Bugünü
26 Ocak Salı - Mete Çubukçu Ayaklanmaların 5 Yılını Anlattı
27 Ocak Çarşamba - Mısır'da Her Şey Mümkündü; Buraya Nasıl Geldik?
28 Ocak Perşembe - Tahrir ve Küresel Kalabalık Üzerine
29 Ocak Cuma - Mısır Devrimi'nin Sesi Essam'ın Hikayesi: "Çalınan Bahar"
1 Şubat Pazartesi - "Ulusal Mutabakat Sağlanmadan Mısır Halkı Güvende Olmayacaktır"
2 Şubat Salı - Can Ertuna'nın Gözünden Arap İsyanları
3 Şubat Çarşamba - Amerikalı Bir Gazetecinin Ortadoğu Güncesi
4 Şubat Perşembe - "Mısır, İran Devrimi Gibi Kendi Değerlerinden Döndü"
5 Şubat Cuma - "Görmüyor musun Ben Vatanımı Kaybettim?"
7 Şubat Pazartesi - Arap Devrimleri ve Suriye: Beş Yıl Sonra