*Kolaj: İrvin Cemil Schick
Yaşım icabı Türkiye’nin gerek sivil, gerek askerî, farklı farklı rejimlerine tanık oldum. Bunların hepsinde -en baskıcı, en kanlı rejimde bile- meşru görünme kaygısı hep ön plânda oldu. Örneğin 12 Eylül 1980 darbesinden kısa bir süre sonra, yeni anayasa hazırlanana kadar eski anayasanın yürürlükte kalacağı, ancak bu zaman zarfında Millî Güvenlik Konseyi’nin (yani Kenan Evren cuntasının) kararları mevcut anayasayla çeliştiği taktirde Konsey’in kararlarının bağlayıcı olacağı ilân edilmişti. Yani anayasa vardır, ama beğenmediğimiz bölümlerini çiğnemek hakkımızı mahfuz tutuyoruz demişti darbeciler. Vallahi dalga geçmiyorum, isteyen bakabilir: 2324 sayılı “Anayasa düzeni hakkında kanun”, 1. ve 6. maddeler, Resmî Gazete, No. 17145 (28 Ekim 1980), s. 1–2.
12 Eylül cuntası, anayasal düzenin devam ettiği efsanesini canlı tutmak istiyordu kısacası. Yahut günümüz tabiriyle “mış gibi” yapıyordu, anayasa ve diğer kanunlar hususunda. Tıpkı hoşa gitmeyen seçimlerin iptal edildiği, ağzını açanın tutuklandığı, buna mukabil iktidara yakın olan suçluların serbest gezdiği, ihlâl edilmemiş kanun bırakılmadığı günümüz Türkiye’sinin demokratik bir hukuk devleti olduğu efsanesinin habire suç duyurusu yapılarak, dava açılarak canlı tutulması gibi.
"Nihahi sorumluluk burdadır"
Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “13 şehidimizin sorumlusu” olduğunu belirten CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na 500 bin liralık manevi tazminat davası açtı. Devletle kendini özdeşleştirmiş olan, her kararı kendi verdiğini her fırsatta (ve de övünerek) vurgulayan Sayın Cumhurbaşkanı’nın iş Garê operasyonuna gelince sorumlu olmadığını iddia etmesini, üstelik sorumlu olduğu görüşünü tazmine lâyık bir tecavüz olarak nitelendirmesini ciddiye almak elbette mümkün değil. ABD Cumhurbaşkanı Harry S. Truman’ın masasındaki “The Buck Stops Here” (nihaî sorumluluk buradadır) levhası geliyor akla: Eğer Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Türkiye Cumhuriyeti ordusunun sınır ötesi harekâtından (ve de bu harekâtın sonuçlarından) sorumlu tutulmak istemiyorsa, ivedilikle istifa etmesi tavsiye olunur; hiçbir tazminat davası da bunu değiştirmez.
Tiyatroya ne gerek var?
Ama asıl mesele bu değil. Ben şu dava açmak konusunun üzerine gitmek istiyorum biraz. Bugüne bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’de mutlak bir güce sahip, hiç olmazsa teorik olarak. İstese “boşaltın şu herifin banka hesabını” der ve dediği yapılır. O halde böyle bir dava açma tiyatrosuna neden tevessül ediyor? Ne gereği var?
İşte meşruiyet tasası devreye giriyor burada. Sayın Cumhurbaşkanı, hazzetmediklerini hapse attırıyor, ama (içerikleri ipe sapa gelmez de olsa) tuğla gibi iddianameler hazırlatmaktan geri durmuyor. Verdikleri hükümleri beğenmediği hakimlerin “birini fizan’a, birini hizan’a” sürdürüyor, ama mahkemeleri hepten lağvetmiyor. Düşman bellediklerinin mal varlığına el koyuyor, ama sokakta “ya paranı, ya canını” diyen bir hayduta yaptırmıyor bunu, meclisten gaspa cevaz veren bir kanun geçirtiyor. Kısacası “mış gibi” yapıyor, Türkiye demokrasiymiş gibi, Türkiye’de hukuk varmış gibi.
Görünürde
Marksist iktisatçı Ernest Mandel, Delightful Murder: a Social History of the Crime Story (Nefis cinayet: Polisiye romanın toplumsal tarihi, 1984) adlı kitabında söz konusu edebî türü burjuva toplumunun gelişmesiyle ilintilendirmiş, usçuluk, özel mülkiyet, iktidar ilişkileri, düzenin muhafaza edilmesi gibi öğelerin cinâî kurgulardaki rolünü irdelemişti. Ben son yıllarda giderek artan suç duyurularının ve hakaret davalarının benzer bir işlev gördüğünü, birtakım siyasî ve toplumsal değerlerin tahkim ve takviye edilmesine yaradığını, bu suretle de mevcut düzeni görünürde meşrulaştırmaya yaradığını düşünüyorum.
Meşru görünme kaygısı
Türkiye’nin muktedirlerinde bir meşruiyet kaygısı olması önemli bir noktadır. Bunun sadece Batı’ya şirin görünme arzusundan kaynaklandığını düşünmüyorum şahsen; Batı kamuoyu nasıl olsa yutmuyor bunları, Türkiye’de olup bitenlerin farkında. Meşruiyet kaygısı bence büyük ölçüde iç kamuoyuna yönelik, ve haklı bir kaygı. Çünki Türkiye kamuoyunun -ki buna koyu Erdoğancılar da dahil- öz-imgesi bunu gerektiriyor.
Geçen gün Sultan II. Abdülhamid’in dördüncü kuşak torununu Ayasofya önünde “şehzade” diye karşılayan fesli meczuplardan ibaret değil Türkiye. Kusursuz olmasa da demokratik bir hukuk devletinde yaşadıklarını, yaşamak istediklerini düşünen bir çoğunluk var bu ülkede. Hak hukuk efsanesinin canlı tutulması bu nedenle önemli.
Yapılması gereken
Ve bence AKP rejiminin “Akhilleus’un topuğu” da işte bu meşru görünme kaygısı. Bu zayıflığın kullanılması gerekiyor, eğer Türkiye’ye demokrasinin, hukuk devletinin geri dönmesini istiyorsak. Bunu yapacaksak da, iktidarın “mış gibi” oyununda figüranlık etmememiz gerekiyor, Cumhurbaşkanı kendisine “terbiyesiz herif” dediği için Sayın Kılıçdaroğlu’nun beş kuruşluk tazminat davası açması gibi meselâ.
Çünki Kılıçdaroğlu’nun böyle bir davayı kazanması -eğer kazanırsa- Sayın Erdoğan’ı utandırmaz, rencide etmez, sadece ve sadece Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğu kurgusunu pekiştirmekle kalır. Yapmamız gereken, saçmasapan tazminat davaları açıp abesle iştigal etmek değil, iyi kötü 70 yıllık bir demokrasi serüveninin toplumda yarattığı varsayım ve beklentilerin mevcut iktidar tarafından karşılanmadığını göstermektir.
(NÖ)