Prof. Dr. Çetin Yetkin'in yönetiminde Antalya'da çıkan Müdafaa-i Hukuk dergisinin kapağında, hemen başlığın altında, her sayısında aynı özsöz yer alıyor: Türk ulusu utanmak için yaratılmış bir ulus değildir. İmza: K. Atatürk.
Cumhuriyetimizin kurucusu; büyük devrimcinin böyle bir sözü var mı? Ne zaman, nerede söylemiş... İtiraf edeyim, ben sadece bu derginin kapağında rastladım. Acaba diyorum, "Ne mutlu Türküm diyene", "Bir Türk dünyaya bedeldir" sözlerinin, öncesi ya da sonrasında söylenmiş olabilir mi? Buna pek kanmadım.
Sizce de bu sözde, o sıralar yaşanan bir olaya karşı gösterilen tepkinin kokusu hissedilmiyor mu? Yeryüzünde uluslaşma süreci nereden bakılsa birkaç yüzyıllıktır... Bence yeryüzünde ayakları üstünde durmaya başlamış hiçbir insan, halk ve ulus "utanmak için" yaratılmamıştır.
***
Büyük aydınlanmacı şairimiz Tevfik Fikret'i (1867-1915) anımsamanın tam da yeridir:
"Vatanım ruy-i zemin, milletim nev'i beşer" (Vatanım bütün yeryüzü, milletim insanlıktır)
İsmet Özel'in "geç Müslümanlığı" üzerine yazdığım gözlemimi burada yinelemek istemiyorum.
Bir tarihte Suudi Kralı Fahd'ı bile gerçek bir Müslüman saymadığını söyleyen şairimiz; şimdilerde garibim Anadolu Müslümanlığını da duvara asıp, safkan Türk rolünü benimsemiş görünüyor.
Ne demeli? Hayatın ve yaşamının onu tez zamanda bu yeni uğraşından da boşlayacağını beklemekten başka çaremiz yoktur. Ancak bu arada hızını alamayıp "Allah Türkleri üstün yarattı" gibi bir söz sarf etmişse, bunu yükseklerden biri sadece İsmet'in kulağına fısıldamış olabilir ya da şairimiz uyduruyor. "Şair sözü elbette yalandır" anlamında... Her halükârda İsmet biraderimiz taşıdığı bu önemli sırrı sadece kendinde tutmamalıdır; tez elden bütün dillere çevirip dünyaya duyurmalıdır.
***
Acaba büyük ustamız Aziz Nesin "Türklerin yüzde 60'ı..." derken daha mı gerçekçiydi... Söz aramızda, yaşayan Türklerin belki en 'Türk'ü" olan Aziz Nesin, özgüveni ve geliştirdiği empati duygusuyla, bütün halklara yakın hissediyordu kendisini.
O kadar ki; yeri geldiğinde, içi acıyarak yukarıdaki saptamasını kendine saklamayıp açıkladı. Ortalık biraz karıştı ama, sonunda Aziz Ustanın hiç dilemediği bir şey oldu. Bursa'da bir doktor, bu sözün bir Türk olarak millî duygularım incittiği gerekçesiyle, Aziz Nesin aleyhine dava açtı.
Sonuçta Bursa Mahkemesi Aziz Nesin'i beraat ettirdi. Ama Aziz Nesin bu karara pek sevinemedi. Nedeni de, tahmin edileceği gibi, yeri geldiğinde hep borçlu olduğunu belirtmekten kaçınmadığı halkı için söylediği sözü bir bakıma mahkemece de destekleniyordu.
***
Anadolu topraklarında yaşayan hiç kimsenin, aklına gelmemesi gereken duygu milliyetçilik olmalıdır. (Özellikle Ankara'daki Medeniyetler Müzesi sık sık gezilmelidir.) Tarihin bize büyük mirası ve lütfu olan Anadolu uygarlığı, eşsiz coğrafi konumu, yer altı ve üstü görkemli zenginliğiyle bizim şansımızdır.
Önemlisi, bu topraklar üzerinde binlerce yıl yaşamış, nice uygarlıklar kurmuş insanların her bakımdan mirasçısı olduğunu unutmamalıyız. Ümmetçilikle milliyetçiliğin güzelim halkımızı kamplara ayırması insanlık suçu sayılmalıdır.
Sonsuz düşmanlık olmadığı gibi, sonsuz dostluğun da olmadığı gerçeği, bilindiği gibi, uluslar arasında yazıya dökülmemiş yaşamın ta kendisidir. Yurdumuzu çevreleyen bütün komşuları yıllardır düşman bellemenin acaba kime yararı dokunmaktadır. Zaman zaman artık çoktan miadı dolmuş komplo teorileriyle sokaktaki insanı yürütmek; bayat, içi boş sloganlarla bağırtıp rahatlatmak, artık bilinmeli ki, bu ülkenin hiç de hayrına değildir.
***
[Yıllar önce okuduğum bir fıkrayı anımsadım. Mussolini döneminde, İtalya da Hitler'in yanında savaşa girmek üzeredir. Lisedeki tarih öğretmeni -bizde örneği az değildir- zaman zaman çocukları tarihte İtalyanların nasıl cengâver olduğu üzerine geçmişteki savaşları anlatıp yüreklendiriyor. Anlatırken kendisini bazen olayın kahramanlarıyla özdeşleştirip adeta coşuyor.
Bir gün derse girdiğinde çocuklar öğretmeni ayakta alkışlayıp, çok sık anlattığı bu savaşı bir daha anlatmasını istiyorlar. Öğretmen bıyık altından gülüp, "Ulan keratalar," demiş, "anlaşılan yine dersinize çalışmamışsınız."]
***
Her milliyetçiliğin bir düşmana gereksinimi vardır, derler. Onu besleyen, onu ayakta tutan... Adı konmamış bir düşman olmadan milliyetçi yaşayamaz çünkü. Dışardan düşman bulamazsa, bu kez kendi içinde nüans, frekans farkı arayarak (ya da yaratarak) onunla didişmeye başlar.
Oysa köprünün altından neler geçti neler... Artık mezar taşlarıyla övünmek kimseye hayır da, prim de getirmiyor. Sonra, kan ve gözyaşı karşılığında (da olsa) talan ekonomisini yaratmak çok çok geçmişte kaldı... Batı'nın ve Doğu'nun kalkınmış, gelişmiş ülkelerinde, çok yıllar önce, kendi özel koşullarında gelişen, örgütlenen, dönemine göre önemli görevler de üstlenen milliyetçilik artık onların da fazla anımsamak istediği bir şey değil.
Doğrusu ve olması gereken, çağdaş devletin halkım kimselere muhtaç etmeden, eğitilmiş ve esenlikli olarak barış ve demokrasi koşullarında yaşatmaktır. Artık uygar ülkelerin sık sık ifade etmek gereğini duymadıkları, ancak gerçekte yaşatmak istedikleri milliyetperverlik olmalı. Ben de öyle düşünüyorum.
***
ABD, şimdilerde Irak'a götürmek iddiasında olduğu "barış ve demokrasi"yi 1950'li yılların başında ilkin Kore'ye götürdü... Dönemin siyasi iktidarı, beş bin askerimizi, bu kutsal (!) seferde görevlendirdi.
Bunun ardından sesini yükselten soğuk savaş tamtamları ülkemizi büyük bir hapishaneye (giderek tımarhaneye) çevirdi. Pıtrak gibi kurulan milliyetçi dernekler de bundan beslendi. Bizim kuşak iyi hatırlar. Türkiye'nin hemen her il ve bölgesinde, ortalama her hafta "Komünizmi tel'in (lanetleme)" mitingleri yapı(tırı)lıyordu. 1960'dan sonra azala azala iyice bitti bu görevleri. Söylemeye gerek var mı? Akılları sıra, doğrudan komşumuz Sovyetler Birliği'nin yönetim biçimini lanetleyerek "strateji ortağımız"a şirin görünecektik.
***
Zamanla sadece bu tür milliyetçilik (!) değil, başka bir şey de prim getirmez oldu. 1960'dan ve daha soma da kurulan partilerin çoğu program ve hedeflerinde kendi meşreplerine göre "milliyetçi" olduklarını belirtiyordu.
O güne değin öbür partilerden "milliyetçiliğe" vurgu yaparak ayrımlı olduğunu sanan rahmetli Türkeş, dillendirilmeye başlanan "Türk-İslam" sentezine sarıldı. Bir de kalkıp, Türk ordu geleneğinde pek olmayanı gerçekleştirdi: Hicaz'a gitti, hacı oldu (bir ya da iki kez). Demek artık sadece "Türkçülük", 'Türk Milliyetçiliği" kesmiyordu anlaşılan.
***
Kaç ay önce televizyon kanallardan birinde, amatör bir kameramanın dehşet bir gösterisi verildi. Marmara bölgesinde büyük bir ilçede geçiyordu. Güvenlik kuvvetlerinin elinden kurtulan bir sabıkalı, bir punduna getirip arabasına atlayarak kaçtı.
Kahramanımız izlendiğini fark edince, bir köşede hızla park edip bagajdan çıkardığı kocaman bir Türk bayrağım arabanın üstüne serdi, uçlarım da el çabukluğuyla bir yerlere kıstırdı. Sonra aynı hızla yoluna devam etti. Ama kovalamaca akıllı ve becerikli sanık için mutlu bitmedi. Polisler önünü kesip bileğine kelepçeyi geçirdiler. Yorum yok.
***
Orhan Pamuk'un Nobel Ödülü almasına gelince... Yazarımızın Avrupa'da söyledikleri nedeniyle kendisine bu ödülün verildiğini iddia edenler çok büyük haksızlık yapıyor. Çünkü Pamuk, her zaman mazlum, mağdur ve alıngan milliyetçilerimizi sinirlendiren bu sözleri söylemeden önce romanları tam kırk yabancı dile çevrilmişti. Bu bir.
İkincisi, Yaşar Kemal ustamız, Nobel'e aday gösterildiği bir yıl (11- 12 yıl önceydi) yine kendilerini bu toprakların öz/hakiki sahibi sayan kişilerce, etnik kökeni ve rahmetli eşi anımsatılarak karalanmaya çalışıldı.
Kazara o yıl Nobel verilseydi (elbette hakkıydı!) kim bilir neler neler söyleyeceklerdi... Orhan Pamuk'a ödül verildiğinde, aynı kaynaklar bu kez, ölümü görüp sıtmaya razı olmuş, "Canım Yaşar Kemal alsaydı hadi neyse..." demeye başladılar.
Orhan Pamuk ve Türk bayrağı üzerine kısa bir bellek fiskesi....
Günahı sevabıyla büyük yazarımız Çetin Altan, o sıralar bu hırçın ulusalcı aydınlarımıza (mealen) şöyle dokundurmuştu: "Orhan'ın Nobel Ödülü'nü alması" demişti, "buradan bilmem nereye kadar büyük bir sahayı Türk bayrağıyla donatsanız bile, bu ödülden daha anlamlı ve etkili olamazdı dünyada."
Milliyetçilik, edebiyatın etkileyici söz sanatından hep yararlanmıştır. Nitekim bunu çok kez dini de yedeğine alarak, dört dörtlük bir şekilde dünyalığını artırma yolunda sürdürmüştür. Büyük olasılıkla "Vatan Millet Sakarya!" bunları tanımlamak için söylenmiştir.
Gelelim edebiyatta milliyetçiliğe... Uluslaşma sırasında yapılan çocuksu, naif "milli edebiyat" çalışmalarını anlamak zor değildir tabii. Bunlar edebi sanatlardan yararlanarak yazılmış bir çeşit gayrı resmi tarihtir. Ama her yıl Anadolu'nun çeşitli il ve ilçelerinde yapılan seksen doksan yıl önce geçmiş "Düşman işgalinden kurtuluşun..." diye başlayan müsamereler, 21. yüzyılda amacından iyice saptırılarak, kışkırtıcı ve düşmanca bir ritüele dönüşmektedir.
Tabii bu ve buna benzer hazırlanmış broşür ve kitaplar da bu arada hatırlanabilir.
Çağdaş edebiyat öncelikle insana, evrensel değerlere saygılıdır. Gerisi yazarın yeteneğine, çalışmasına kalmıştır. Nazım Hikmet'ten bu yana günümüz Türk yazarları dünya edebiyat çevrelerinde hayranlıkla, sevgi ve saygıyla izlenmektedir.
(Bir anı: Olağanüstü çalışkan çevirmenimiz Attila Tokatlı'dan [1932-1988] duymuştum.) Sanat, edebiyat, bilim ve sol siyaset kitaplığımıza, kısa yaşamında, kazandırdığı 100'den çok yapıttan biri de ünlü Yunan yazarı Dido Sotiriyu'nun "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" adlı anı/romanıdır. (Sander Y. 1970)
Bu çevirisinden ötürü Tokatlı, ne hikmetse, çok geçmeden kendisim askeri savcının karşısında bulmuştur. "Savcı Bey" der, "romanın yazarı eski bir Anadolulu. Kitapta üstelik Türk ordusunu epey övüyor."
Askeri savcının umurunda değildir bu sözler. "Türk ordusunu övmek palikaryaya mı kaldı" diyerek Attila'nın sözünü kesmiştir.(Rİ/EÜ)
Okuma önerisi
- "Şu Çılgın Türkler" ve yaralı ulusal onur. Ayşe Hür, Radikal İki, 28.08.2005.
- Enternasyonel'den Şeriatçılığa, Gün Gördüm Yüzler Gördüm, s.107-110, Papirüs Y. İstanbul 1998.