Araştırma sonuçları, "toplumda artan bir milliyetçilik eğiliminin olduğunu, ancak bu milliyetçiliğin etnik bir milliyetçilik olmadığını" ortaya koyuyordu. Avrupa Birliği ile müzakerelerde gelinen nokta, Kuzey Irak'taki gelişmeler ve Hrant Dink cinayeti ardından yaşananlar, toplumdaki "milli refleksleri" hassaslaştırıp, arttırmış.
Araştırmaya katılan deneklerin yüzde 81,6'sının Dink'in cenaze töreninde atılan "Hepimiz Ermeniyiz" sloganını yanlış bulmasına karşılık verilerin değerlendirilmesinde yükselen milliyetçilik biçiminin etnik temelli olmadığına özel vurgu yapılması sözü edilen "milli reflekslerin" anlaşılmasında çelişik bir durum doğursa da, yaşadığımız toplumda son süreçlere özgü olarak gelişen bir takım sosyolojik ve politik olguların olduğu aşikar.
Ancak yaşanan bu değişim, tarihsel ve sosyolojik açıdan ele alındığında, verilerle ilgili tüm değerlendirmeler tersine çevrilmiş olacaktır. Yükselişte olarak görülen milliyetçiliğin aslında yok olduğu, milli refleks olarak sunulan faşist pratiklerin ise aslında milliyetçiliğin bir tür can çekişmesi olduğu görülecektir.
Daha açıkça ifade edelim; bugün herkesin "milliyetçiliğin yükselişte" olduğuna ilişkin ettiği görüş birliği bir yanılsamalıdır. Yaşanan tarihsel tabanlı konjonktürel değişim, yaygın medya kurumları aracılığıyla yapısalmış gibi sunulmaktadır. Böylesine dezenformatik bir sunum, içinde yer aldığımız gerçekliğin anlaşılması için gerekli tarihsel ve sosyolojik yönleri lağvetmektedir.
Nasıl ki Endüstri Devrimi sürecinde kazançlarını engelleyeceğini düşündüklerinden ötürü zanaatkarların ve el emekçilerinin makineleri kırması ya da çalışma yasasının bir ürünü olarak yaygınlaşan saatlere ve saat kulelerine saldırılar düzenlemesi modernizme giriş sürecinin konjonktürel sancıları olarak görülebilirse; bugün dünyada yaşanan genel bir eğilimin uzantısı olarak toplumumuzda "milliyetçiliğin yükselişi" olarak algılanan değişimler de klasik modernizmden çıkış sürecinin konjonktürel sancıları olarak yorumlanabilir.
17. ve 18. yüzyıllardan itibaren dünyanın moderniteye doğru geçirdiği bazı dönüşümlerin dünya sisteminde bir takım iktisadi, kültürel, politik, düşünümsel ve toplumsal kırılmalara neden olduğu bilinmektedir; bilim ve teknolojinin ilerlemesi, büyük ve heterojen nüfus, yüksek endüstrileşme seviyesi, kapitalist pazar ekonomisinin hakimiyetiyle yapısal olarak kurumsallaşan işbölümü, uzmanlaşma, toplumsal statü farklılıkları ve bununla birlikte gelişen rasyonel, seküler, normatif, ulusal devlet yapısına yurttaşlık yolu ile aidiyet bağı olan bireyler... Her biri klasik modernizmin ürünü olarak dünya sosyal-siyasal tarihinde yerini aldı.
Fakat modernizmin öz siyasal ve sosyal ürünlerini yerleşikleştirip kurumsallaştırması hızlı ve organik biçimde yaşanmadı. Endüstriyalizme karşı makine kırıcılar, rasyonelleşmeye ve laikliğe karşı kilise etrafında toplanmış din adamları, heterojenleşmeye karşı irili-ufaklı cemaatler, ulusallaşmaya karşı dinsel inanç merkezli yapılanmalar modernizme giriş (kapitalizme geçiş) sürecinin sancılı olmasında rol oynadı.
Tarihin altyapısal dönüşümlerine karşı üstyapısal unsurların (zihinsel ve kültürel yapılar) her zaman konjonktürel tepkisellik içinde yaklaştığı görülebilir. Ancak bu tepkisellik, içinde yaşanılan tarihin kültürel ve zihinsel formları ekseninde algılanırsa anakronik bir açmaz yaşanır.
Türkiye'nin özgül tarihine bakıldığında ise şunlar görülecektir: Osmanlı Devleti'nin uluslar arası sisteme entegre olabilmesi için yapısal formasyonunu "Türkiye Cumhuriyeti" devleti gibi Aydınlanmacı bir forma evriltmesi gerekiyordu. Öyle de oldu. Kemalist-devletçi rejim, 1924 anayasası ile yasal formasyonunu bu kapsamda oluşturdu.
Yeni Kemalist rejim, Osmanlı artığı bir devlet aygıtını, üretim koşulları zayıf bir tarım ülkesini, sermaye birikimi neredeyse hiç olmayan cılız bir burjuvaziyi ve endüstriyelleşmeye pek yatkın görünmeyen dinsel cemaatler şeklinde yapılaşmış bir toplumu, uluslar arası sistemin içerisinde ayakta kalabilmek için sistemin kendi ihtiyaçları doğrultusunda evriltmeye girişti.
1915'ten sonraki politikalarla Anadolu'nun Müslüman halkları Türkleştirildi. Birkaç yüzyıl öncesine dek Bizans'ın, Pontus-Rum'un, Friglerin torunları olanlar, 20. yüzyılın ilk çeyreğiyle artık Türk oldu. İşin ilginç tarafı, Türkçülüğü devletin resmi ideolojisi haline dönüştürüp Müslümanları Türkleştirenlerin bir kısmı bir zamanlar Osmanlı elitleriyken, bir kısmı da liman burjuvazisi olarak Akdeniz ülkelerinde gelişen ve İstanbul, İzmir gibi kentlerde yoğunlaşan Balkan göçmenleriydi. İttihat ve Terakki'nin öncü kadrolarına bakıldığında bu açıklıkla görülecektir. Yani Türkçülük ideolojisinin kurucuları "Türk" değildi.
Ayrıca sanayi yoktu, bürokrasi yoktu; akrabalık bağlarına değer veren yeni devletin başı sübvansiyonlarla, kredilerle, atamalarla sanayisini ve bürokrasisini oluşturdu. Sanayi birikimi ise Anadolu topraklarından sistematik olarak sürgün edilen Rum ve Ermenilerin mallarından, mülklerinden, tecrübelerinden ve birikimlerinden elde edildi.
Türk milliyetçiliği ideolojisi, Batı'da 17. yüzyıldan sonra gelişen modern süreci 20. yüzyılda yakalamak isteyen Kemalist ve Osmanlı artığı elitlerin ideolojisidir. Bugün büyük kesimin kendisini Türk olarak sanmasını ve tanımlamasını sağlayan bu ideoloji, 21. yüzyılın girişinde; yani klasik modernizmin bittiği, neo-liberalizmin yaygınlaştığı şu günlerde tam bir patolojik hal almıştır.
Modernizmin geç döneminde Kemalist oligarşi tarafından geliştirilen Türk milliyetçiliği, neo-liberalizmin erken döneminde erkenden yok olmayla karşı karşıya.
Saklamaya gerek yok; Türk milliyetçiliği, iflas etmiş bir projedir. Bu nedenle artık yalnızca kriz üretmektedir ve varoluşunu ancak krizler sayesinde hissetmektedir. Kıbrıs krizi, Kerkük krizi, Bayrak krizi vs. hepsi Türk milliyetçiliğinin tutunuş çabalarıdır, can çekişmeleridir.
Kendilerini bu ülkenin doğal sahibi sayan bir takım üniformalıların, iktidarını kudretlendirmek için izlediği "milliyetçi tahrik" stratejisini, bu bağlamda milliyetçi yükselişten ayırt etmek gerekir. Bugün yükselişte olarak görülen milliyetçilik, 28 Şubat'ın ardından güç kaybeden oligarşik-darbeci güçlerin, girdikleri bunalımdan kurtulmak için geliştirdiği bir tahrik politikasıdır.
Resmi devlet görevlilerinin Şemdinli'de halkın üzerine bomba atmasıyla milliyetçi tahrikin provası yapılmış ve Şemdinli olayları sonrası sistematik bir milliyetçi tahrik stratejisi izlenmiştir. Milliyetçi yükseliş denilen tahrikin müsebbibi Genelkurmay ve Genelkurmay'ın "dinamik güçleridir".
Darbeci elitler, artmasını istedikleri toplumsal gerilim üzerinden güç devşirmeye çalışmaktadırlar. Bugünkü darbeciler, Osmanlı'nın son dönemindeki İttihat ve Terakki'yi andırmaktadır. Darbecilerin tüm aciz girişimleri, tüm milliyetçi kışkırtmaları, Kemalist darbeci düzenin ve o düzenin dayandığı Türkçü milliyetçi resmi ideolojinin can çekiştiğini göstermektedir.
Tarihine, darbeler dışında hiçbir iz bırakamamış bir ülkenin iktidarı, artık yalnız kriz bırakarak varlığını hissetmektedir. Ancak bu krizler, yapısal olarak siyasal bir çöküşün ve devrimci bir dönüşümün habercisidir. Hem uluslar arası kapitalizmin geldiği neo-liberal eksen, hem de bunun karşısında acz içerisindeki Kemalist rejimin mayası tutmamış politikaları bu süreci teyit etmektedir.(BD/EÜ)