Avrupa'da milli mücadeleler endüstriyel futbolun prestij alanıdır. Bu işten büyük paralar değil, ulusal gurur kazanılır sadece, o da bazen. Yüksek ücretler ve bonservis bedelleriyle ülkelerinin büyük kulüplerinde top koşturan futbolcular için milli maçlar angarya haline dönüşeli yıllar oldu. Artık bir futbolcu para kazanmayacağı ulusal takımlarda vakit harcamak istemez oldu. İnkarı cidden zor bu olgu üzerine yükselecek sesler olabilir. "Olur mu öyle şey" diyenleri daha önce de duydum; "ulusal onur" diye söylenenleri, "vatan aşkı"ndan söz edenleri...
Futbolun sermayesi
Fakat kazın ayağı öyle değil. Futbola yatırım yapmak, bu endüstride sermayeyi insana yatırmak demek. Seslerini milli hassasiyetler nedeniyle çıkarmadıkları için kulüp yöneticilerinin, bir ulusal maçta sakatlanan oyuncusu ile ilgili milli takım antrenörlerini yarım ağız suçladığını, sitem ettiğini ve fakat cümlesini bir nev'i "vatan sağ olsun" ibaresiyle bitirdiğini biliriz. Hele de hazırlık maçları ve eleme gruplarında oynanan maçlar böylesi bir hissiyat doğuruyor. Takımlar bütün bu süreçlerin, uzun eleme grubu maceralarının sonunda Dünya Kupası ya da Avrupa Şampiyonası'na kalmayı becerirlerse iş değişir. Ama bu da her durumda nasip olmuyor. Basit bir soruyla bu önermeyi test edelim: Hiç düşünmeden Türkiye'nin katıldığı son Avrupa Şampiyonası'nın tarihini bir çırpıda söyleyebilir misiniz?
Medya ve ulusal onur meselesi
Bu nedenle milli işler biraz sıkıntılı. Aksini söyleyen biri olursa karşısında hemen medyayı bulur. Spor yazarları hemen cevabını yetiştirir, vay efendim, "milli takıma laf etmiş", "filanca takıma katılmak istememiş", "bu nasıl milli duruşmuş?". Medyadan göreceği tepkilerden çekindiği için ses çıkarmayan kulüpler de, futbolcular da bu "ulusal coşkuya" istemeden de olsa iştirak etmek durumunda, çok net.
Futbol sanayisinin mafya örgütleri eliyle büyük bir mali kaleme dönüştüğü yerler de var. Kimi orta Amerika ve bazı Afrika ülkelerinde durum böyle. Mesela Kolombiyalı milli oyuncu Escobar'ın kendi kalesine gol attı diye öldürülmesi, milli hezeyanların şiddetle örtüşmesinin ne derece vahim sonuçlar çıkardığını göstermesi açısından çarpıcı bir örnek. İşin içinde bahis meseleleri, filan var mıdır? Gerçekten bilmiyorum ama olmadığını düşünmek için fazla gerekçem de yok.
Sponsorlu seyirci!
Bir de işin seyirci kısmına bakalım. Son yıllarda gerilimi yüksek, hani eleme gruplarının sonunda galip gelenin kazanacağı play off maçları haricinde, coşkuyla statları dolduran seyirci hatırlamıyorum ben! İşin içine milli takımları da endüstriye katmak maksadıyla sponsorlar girince, seyirci profili de değişti. Kulüplerine sıkı sıkıya bağlı, hemen her maçı tribünden izleyen, takımlarını coşkulu tezahüratlarla destekleyen seyirci milli maçlara gitmez oldu. Zira sponsorlar futbol federasyonuna verdikleri maddi destek karşılığında bilet almaya, bu biletleri de müşterilerine dağıtmaya başladı. Bunun sonucu olarak gerçek futbol izleyicisi bu müsabakalara gidemez oldu, tribünlerin sesi kısıldı.
Fatih Terim meselesi
Söz konusu Türkiye olunca buna sık sık teknik direktör krizleri eklendi. Bir kaç hafta önce yazdığım yazıda da değindiğim gibi, alınan başarısız sonuçlar nedeniyle Abdullah Avcı'nın yerine ihtimal bizzat başbakan tarafından Galatasaray Teknik Direktörü Fatih Terim getirildi. Alınan iki iyi sonuçtan sonra kararın ne derece isabetli olduğu konuşuladursun, Terim kendi takımından dört, rakipleri Beşiktaş ve Fenerbahçe'den altışar oyuncuyu milli kadroya dahil etti. Peki ya rakip Beşiktaş'tan bir ya da birkaç futbolcu milli dava uğruna sakatlansaydı ve mesela önümüzdeki Beşiktaş - Galatasaray derbisinde oynayamasaydı ne olurdu? Kim ne derdi? Haydi çıkın işin içinden... (BD/HK)