28 Haziran günü Varşova'da 55 bin 540 kişi, yeşil sahanın ortasında dizilmiş 22 futbolcunun milli marşlarını nasıl okuduğunu izliyordu. Televizyonlarının karşısında bu anı yakın çekim izleyenler, futbolcuların ülkelerine bağlılıklarının derecesini daha net saptayabiliyordu.
Mavi forma giymiş olanlar avazları çıktığınca bağırmışlardı marşlarını; beyaz giyenlerin bazılarının dudaklarının oynamadığı çok barizdi.
Sonuçta beyazlar kaybetti; maviler ise marş söylerken aldıkları gazla iki gol atıp bir tane yiyerek finale adını yazdırdı.
Finalde benzer bir manzara vardı; maviler yine bağıra çağıra, damarları şişene kadar yüksek sesle milli marşlarını söyledi. Rakipleri bu kez kırmızı forma giyen bir takımdı. Hiçbiri marş söylemedi; çalan müziği dinlediler*. Sonuç 4-0 bitti. Ama bu kez milli marşı bağırarak söyleyenlerin hanesinde 0 yazıyordu.
Beyazlar Almanya'ydı, maviler İtalya ve kırmızılar İspanya. Bu olaylar 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda yaşandı.
Aslında Almanya finale kalsa ve son yıllarda "dünyanın yenilmez takımı" yakıştırması yapılan İspanya karşısında hezimete uğrasaydı, belki kim marş söyledi kim söylemedi çok önemli olmazdı.
Almanya'nın favorilerden biri olarak geldiği turnuvada, İtalya gibi yine yeniden şike sorunlarıyla boğuşan ve çok da şans tanınmayan bir takıma elenmesi biraz acı verici oldu. Bu şok milliyetçi damarın kabarmasında oldukça etkili oldu muhtemelen.
Şöyle beyanatlar verildi Almanya'da maç sonrası: "Onlar kendileri için değil, Alman milli takımı için oynuyorlar. Oyuncuların bunu bilmesi lazım. Bunu tartışmamız bile utanç verici"... Bunu söyleyen Hessen eyaletinin Başbakanı Volker Bouffier. Aşağı Saksonya İçişleri Bakanı Uwe Schünemann ve Hristiyan Sosyal Birlik Partisi'nden Hans-Peter Uhl da benzer şeyler söyledi. Uhl bir adım daha ileri giderek kendince "sorunun" adını koydu: "Milli takımda oynayan herkesin, göçmen kökeni olup olmaması fark etmez, milli marşı söylemesi lazım".
Almanya için utanç verici bir tartışmaydı; ülke içinde ve dışında aklıselim insanlarca gereken yanıt verildi. Ancak bu milli takım için "milliyetçi" yaklaşım ne yeni bir şeydi, ne de kolay kolay iyileşmesi mümkün olan bir hastalıktı. Bizim kamuoyunda da tartışma konusu oldu çünkü asıl hedefte olanlardan biri Türkiye kökenli Mesut Özil'di.
Sadece Almanya için geçerli bir hastalık da değil bu. Almanya'da gündem olduğuna göre oradan devam edelim. Çünkü Almanya ilginç bir örnek.
82 milyon nüfuslu ülkede yaklaşık 15 milyon göçmen ve göçmen çocuğu yaşıyor; yani neredeyse her beş kişiden biri. Buna rağmen Almanya dışında doğmuş olanların milli takımda oynamaları ancak 1999'da değişen Vatandaşlık Yasası'ndan sonra mümkün oldu. 2001'de Polonya'da doğmuş daha sonra Almanya pasaportu almış Miroslav Klose'nin milli takıma alınması küçük bir rahatsızlık yaratmıştı. 2002'de Güney Kore ve Japonya'da düzenlenen 2004 Dünya Kupası takımında yedekti; ama iyi bir golcüydü ve iyi bir turnuva çıkarttı, tartışmalar büyümedi. İki yıl sonra vatandaşı Lukas Podolski de A Milli Takıma alındığında Almanya'nın yeni bir jenerasyon yakaladığı, göçmenleri de futbol sistemine dahil ettiği konuşuldu.
Peki ya Arjen Robben?
Güney Afrika'daki 2010 Dünya Kupası'na gelen 23 kişilik Almanya Milli Takımı'nın 11'i göçmen ve göçmen çocuğuydu. Genç bir takımdı; İspanya, Brezilya, Arjantin'in favori olduğu turnuvada yarı finalde İspanya'ya kaybetmeleri ve rakiplerinin şampiyon olması sonrasında ülkede bayram havası esti. Çünkü yeni bir takımdı ve geleceği parlaktı.
Ancak 2012 Avrupa Şampiyonası sonrası rüzgar ters esmeye başladı ve yarı finalde alınan yenilgi için futbol dışı nedenler arandı. Çünkü takım yarı finale tüm elemeler boyu yenilgisiz gelmişti.
Futbol yazılarının ünlü mottosunu tekrar etmenin zamanı geldi "Futbol asla sadece futbol değildir". Ama bu motto Alman milliyetçi politikacılarının öne sürdüğü fikri sırtlayacak bir anlamda kullanılmıyor. Bir takımın sahada, eşit şartlar altında, oyunun kuralları çerçevesinde neden kazandığı ya da kaybettiğiyle ilgili bir yaklaşım değil bu. Kısacası "milli duyguları" eksik olan daha kötü oynar gibi bir çıkarsamayla futbol adına bir yere varmak mümkün değil.
Futbolda ya da herhangi başka bir spor dalında milli marşların şevkle okunması, daha "kaliteli" olması, daha "anlamlı" olması, iyi bestelenmiş olmasının etkisi tartışılacak bir konu olmamalı. Öyle olsa bilinen en eski mili marşa sahip Hollanda**, bu turnuvada bu kadar başarısız olmazdı. Üstelik Hollanda'nın yıldızı Arjen Robben, milli marşı şevkle ve huşuyla söylemişti ama turnuvanın hayalkırıklığı olarak kayıtlara geçti.
Messi: Ben kim olduğumu biliyorum
Bir başka örnek Messi. Dünyanın tartışmasız en iyi futbolcularından biri (bu satırları okuyanların çoğu "Hayır en iyi futbolcusu" diyecektir); ancak Arjantin milli takımındaki performansı her zaman tartışılır. Kulübü Barcelona'daki başarıyı milli takımda yakalayamadığı konuşulur. Üstelik Arjantin milliyetçileri de benzer bir savda bulunur: "Çünkü Messi milli marşı okumuyor".
Messi yanıtını şöyle vermişti: "Ben kim olduğumu ve nereli olduğumu iyi biliyorum. Bir Maradona ya da Che tişörtü yahut bayrağı dünyanın neresinde görürsem göreyim beni duygulandırıyor".
Tek yanıt bu değildi tabii. Avrupa'da grup maçları oynanırken Arjantin, Brezilya ile 10 Haziran günü hazırlık maçı yapıyordu. Messi üç gol attı ve sahadan 4-3 galip ayrıldılar. (HK)
* İspanya'nın milli marşı "Marcha Real" dünyanın sözsüz iki marşından biri; diğeri San Marino'ya ait.
** En eski milli marş Hollandalıların "Wilhelmus"u olarak kabul ediliyor. Hollanda Devrimi (1568 -72) sırasında yazılan marş 1932'de resmiyet kazanmış.