Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) girdiği ilk genel milletvekili seçiminden 2011’e hep oylarını arttırarak geldi, ta ki Haziran 2015’e kadar.
Haziran 2015’de yitirdiklerini ise, ister eşit ister değil, seçim seçimdir anlayışı ve büyük bir başarıyla, Kasım 2015’de telâfi etti. Böylece AKP’nin seçimlerdeki kayıtlı seçmen desteği Kasım 2002’de yüzde 26,1 ile başlayıp, 2007’de yüzde 38,1’e, 2011’de yüzde 42,5’e yükseldi. Ama Haziran 2015’te bu oran yüzde 34,1’e kadar geriledikten sonra Kasım 2015’de yeniden yüzde 42,5’e fırladı. Artık AKP de biliyor ki, kayıtlı seçmen bazıyla ardındaki seçmen desteğini bu yüzde 42,5’in üzerine taşımak mümkün değil veya mümkün olsa bile kolay değil.
Eğer AKP; liderinin -bir başka ifadeyle tartışılmaz / dokunulmaz reisinin- isteklerini seçim yoluyla eksiksiz biçimde yerine getirmek ve reisini en muktedir başkan yapmak istiyorsa, olağanüstü başarılı(!)yollarla bunu gerçekleştirmesi gerekecek.
Seçimle (daha doğrusu referandum bile değil plebisitle), tereyağdan kıl çeker gibi Erdoğan’ın başkan olabilmesini sağlamak açısından, aşılması gereken iki temel engel var. Önce engellerin ne olduğuna, sonra da engelleri aşmanın yollarına bakmaya çalışalım:
- Seçimde kullanılan geçerli oy oranı kayıtlı seçmenlerin yüzde 85’ini aşsa da -ki 2014 yerel yönetim seçimlerinde bu oran aşılmıştı- kullanılan geçerli oyların yarıdan bir fazlasının alınabilmesi. Bunun mümkün kılınabilmesi için;
- AKP’ye oy veren (neredeyse sınırlarına ulaşılmış) seçmenlerin sayısını çoğaltmak,
- AKP dışında Erdoğan’ın başkanlık isteğini onaylayan bir partiyle işbirliği (koalisyon) yaparak destek seçmen kitlesini büyütmek.
- AKP ve destek seçmen kitlelerine ait geçerli oyların sandığa maksimum oranda yansıması ve bu kesimin oy toplamının, karşıt oylar toplamından daha yüksek olması. Bunu sağlamak için de;
- Partili Cumhurbaşkanlığına dayalı başkanlık sistemi için oy verecek kesimlerin mümkünse tamamının, değilse tamamına en yakın oranının sandık başına giderek geçerli oy kullanmaları,
- Başkanlık sistemine karşı oy kullanabileceklerin, sandık başına gidip oy kullanma düzeylerinin mümkün olan en düşük düzeyde gerçekleşmesi için alınabilecek önlemlerin eksiksiz alınıp, uygulanması.
Eğer Erdoğan’ın başkanlığı için yapılacak referandumda (plebisitte) şimdiye kadar AKP’ye oy vermiş kayıtlı seçmenlerin tamamı/maksimumu sandık başına gider ve de Erdoğan lehine oy kullanırsa (ki bu kayıtlı seçmenlerin yüzde 42,5’i demektir), geçerli oy kullanan kayıtlı seçmen oranı yüzde 85’in üzerine çıkmadıkça Erdoğan’ın partili ve erkler ayrılığı içermeyen başkanlık sistemi onaylanmış olur. Ama 2014 yerel yönetim seçimlerinde olduğu gibi kullanılan toplam geçerli oylar, kayıtlı seçmenlerin yüzde 85’ini aşarsa, AKP’ye oy vermiş olanların tümü Erdoğan’ının isteği yönünde “Evet” oyu kullansa bile, partili başkanlık bir başka bahara kalabilir.
Erdoğan ve AKP, bir üst paragrafta değinilen belirsizliğe güvenemediği için başkanlık anayasası oluşturma sürecinde tek başına olma yerine, Milliyetçi Hareket Partisi’ni (MHP) yedeğe alma gereği duydu. Böylece, Kasım 2015 milletvekili seçimlerinde AKP ile MHP’ye oy veren toplam kayıtlı seçmen oranı yüzde (yüzde 42,5+yüzde 10,4) 52,9’a yükseldi. Bu oran; seçime katılım düzeyinden bağımsız olarak, referandumun kabulü ve partili başkanlık sisteminin onayı anlamına geliyor. Elbette, bu, seçmenlerin sandık başına gidip, istendiği gibi “anayasa değişikliğine evet” oyu kullanmaları şartıyla.
İşte AKP ile MHP; hem mecliste ulaşılan milletvekili çoğunluğu, hem de yüzde 53’e yaklaşan kayıtlı seçmen desteğine güvenerek, anayasa değişikliğiyle yeni bir yönetim biçimi oluşturmak için yola çıktılar. Bu iki partinin işleri mecliste, göreli olarak daha kolay görünse de, halk oylamasında durum karışık. Çünkü mecliste yapılacak iş, AKP ve MHP’li en az 330 milletvekilinin “evet” oyu kullanmalarını sağlamak için, onları tam kontrol altında tutmak. Bu, meclisteki anayasa görüşmelerinin ilk tur oylamalarında sağlandı. İkinci turda da sağlanabilir. Fakat asıl mesele, seçmenleri sandık başına götürüp denetimsiz tek adam yönetimi üzerine kurgulu, partili Cumhurbaşkanlığı için oy verdirmek.
AKP ve Erdoğan biliyor ki; mecliste grubu bulunan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) seçmenleriyle, mecliste grubu bulunmayan küçük partilerin seçmenlerinin tümü bir araya gelse ve “referandumda hayır oyu kullansa” bile Erdoğan’ın başkanlıkta önünü kesemezler. Çünkü onların oluşturabileceği toplam kayıtlı seçmen gücü, yüzde 33,1’lik bir payı geçemez. “O zaman iktidarı korkutan ne?” diye bir soru geliyor insanın aklına.
Korkunun kaynakları ya da geri dönülmez akşamın ufku
Gelin birlikte, kayıtlı yurtiçi seçmenleri üzerinden birkaç basit hesaplamayla neler olabileceğine, ne gibi sonuçların ortaya çıkabileceğine ilişkin sergilemeler yapalım.
Ve diyelim ki, kayıtlı seçmenlerin (Mart 2014 yerel yönetim seçimlerinde olduğu gibi) yüzde 86’sı referandumda geçerli oy kullanırken, bunların da (Kasım 2015’de AKP ve MHP’ye oy verenlerin toplamı olan) yüzde 52,9’u, değişikliğe “evet” dedi. Geri kalan yüzde 33,1’lik seçmen kitlesi de (CHP, HDP ve diğer küçük partilerle bağımsızlara oy veren seçmenler) anayasa değişikliğine “hayır” demiş olsun. Bu durumda anayasa değişikliği geçerli oyların yüzde 61,5’iyle onaylanmış olur.
Bunun da anlamı Erdoğan, Bahçeli ve Yıldırım’ın beklentilerinin gerçekleşmesidir.
Şimdi gelelim bir başka örneğe. Kasım 2015’te AKP ve MHP’ye oy vermiş toplam kayıtlı yurtiçi seçmenlerinin beşte biri, yani yüzde 10,6’sı, -kabaca MHP seçmeni kadar bir kesim- muhalifler gibi “hayır” dediğinde, anayasa referandumunda hayır oyu kullanan kayıtlı seçmenlerin oranı yüzde 43,7’ye yükselir, bu da geçerli oylar bazıyla yüzde 50,8’lik ret düzeyine işaret eder ki, bu da Erdoğan’ı partisiz ama başbakanı da olan, fiili durumu yasallaşmamış bir Cumhurbaşkanı olarak bırakır.
Türkiye’de bile -ki Türkiye’de seçimlere katılım batıdan daha yüksek gerçekleşiyor- yüzde 86’lık geçerli oy oranı -geçersiz oylarla birlikte yüzde 90- oldukça yüksek bir seçime katılım düzeyine işaret ediyor. Geçerli oy düzeyinde 8-10 puanlık azalma ret cephesinin kayıtlı seçmen bazıyla yüzde 33,1’lik oy oranını geçerli oylar açısından yüzde 42-43 bandına taşır ki, buna AKP-MHP cephesinden gelecek 8-9 puanlık ret oyu desteği Erdoğan, Yıldırım ve Bahçeli üçlüsünün hüsranlarına neden olur. Eğer sandık başından uzaklaşan seçmen grubu CHP-HDP ve küçük partiler kesiminden olacak olursa da, anayasa değişikliğinin kabulü ve partili Cumhurbaşkanlığına geçiş büyük oranda kolaylaşmış olacaktır. Tıpkı ilk örnek gibi.
Yukarıdaki ilk iki örnek, uç durumları simgeliyor. Oysa seçmen davranışları bu denli düz ve liderlerinin isteği doğrultusunda sapmasız yürüyen sürü benzeri eğilimlerle ele alınamaz. Çünkü bu tür eğilimleri sergileyen seçmenler kadar, bunları sergilemeyen önemli bir seçmen kitlesinin varlığı da yadsınamaz bir durum. Biliyoruz ki, seçmen davranışlarına yön veren yüzlerce/binlerce olay ve olgu yaşamın her ânında seçmenlerin tercih değişimlerine kaynaklık ediyor. Hatta yeni yönelişlerin oluşmasına da ortam hazırlıyor. Ve bu; dur-duraksız devam eden süreçler olarak, iktidarların iktidarlarını kaybetme nedenleri arasında her zaman yeri olan siyasetten ekonomiye, toplumdan çevreye, güvenlikten özgürlüğe ve her türlü ilişkiye uzanan bir alandır.
Biliyoruz ki AKP’ye oy verenler içinde başkanlık sistemine karşı olanların oranı çok az değil. MHP’de ise seçmenlerin büyük bölümü, Bahçeli’nin yeni söylemleri yerine eski söylemlerini destekliyor. Bu da Kasım 2015’de AKP ve MHP’ye oy veren seçmenlerin bir bölümünün anayasa değişikliğine “hayır” demesi veya referandumda oy kullanmaması anlamına geliyor. Buna karşın Kasım 2015 seçimlerinde AKP ve MHP dışındaki parti ya da kişilere oy veren seçmenler içinde de, -az da olsa- başkanlıktan yana tavır alıp anayasa değişikliğine “evet” diyecek, ya da oy kullanmayacak seçmenlerin varlığı da yadsınamaz bir gerçek. Tüm bu yapının ortaya nasıl bir sonuç çıkaracağı da yaşanan an ve süreçlerden bağımsız değil. İşte onun için Türkiye’nin önünde bir ikilem var. Ve bu ikilem, Erdoğan’ın kumarı. Bu kumarın sonucunda da;
Seçmen, Erdoğan için her şeyi toz edip, “tek adamlık en iyi yönetim biçimidir”, veya “ben neyin ne olduğunu bilmem. ama benim liderim (Erdoğan / Bahçeli) ne söylerse doğru söyler” deyip Türkiye’yi partili Cumhurbaşkanlığı ve denetimsiz yönetime,
Seçmen, Erdoğan’ı toz edip, “her istediğini verdik, bu artık biraz fazla”, veya “tek adam değil, demokrasi istiyoruz” anlamına gelecek Türkiye parlamenter sistemle demokratik ve laik bir ülke olarak yönetime,
yön vermiş olacak.
Sonuç yerine
Erdoğan ve AKP, yanlarına Bahçeli’yi de alıp, “allahın lütfu” ve OHAL’in sınırsız olanaklarından yararlanarak, ekonomide kriz-yönetimde çöküş sahillinden tsunamiye yakalanmadan dikensiz gül bahçesine girip, partili cumhurbaşkanlığı adlı denetimsiz başkanlık yönetimine yelken açıyor. Bu deneme ister başarılı ister başarısız olsun, Türkiye’nin önünde uzun ince bir demokrasi yolu hep olacak. Sorun, bugüne değin yaşadığımız deneyimlerden yararlanabilip / yararlanamadığımızda.
Bilinmesi gerekiyor ki; seçimle gelip, seçimle gitmek demokrasinin olağan bir özelliği, yani bir erdem değil, Ama seçimle gelip seçimle gitmenin yollarını kapatarak iktidar tutsaklığı yaratmanın adlarından biri erdemsizlikse eğer, diğeri de faşizm olabilir mi? (ST/HK)