Fotoğraf: Ahmet Şık |
Demokrasinin temel özelliklerinden birini de eşitlik fikriyatı/hukuku oluşturur. Bir toplumda farklı kimliklerin eşitlik hukuku, hâkim kimlik(ler) tarafından içselleştirilmediği sürece, demokrasi yolunda ilerleme sağlanamaz. Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünde millet-i hâkime ve milliyetçilikten mürekkep iki siyasal duvar var. Bu her iki duvar da, dönemlerine göre değişen iktidarların temel siyasal/ideolojik dayanak noktalarını oluşturmakta.
Referansını İslami düşünceden alan millet-i hâkime siyaseti, Osmanlı sisteminin genel karakteristiğini oluştururken (Osmanlıcılar, Osmanlı’da milletlerin eşit olduğunu söylerler ki, külliyen yalandır!), milliyetçilik fikriyatının takribi 120 yıllık bir yakın geçmişi var. Eşitlik karşısında her iki siyasetin tavrı da aynıdır: Eşitsizlik!
Dini referanslı millet-i hâkime görüşü ile seküler kaynaklı milliyetçilik her ne kadar birbirini dışlayıcı, en azından birbiriyle uyuşmayan iki ayrı alana ait görünse de, çoğu kez birbirine lojistik sağlayan pratiklere sahiptir. Bunun nedeni ise, İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük adıyla maruf üç tarzı siyasetin tarihsel koşullarında aranmalıdır. Her ne kadar İttihatçılar ve hemen sonrasındaki Cumhuriyet, Yusuf Akçura’nın önerdiği, Ziya Gökalp’in formüle ettiği Türkçülük de karar kılsa da, bir süre sonra Türk-İslam sentezi adı altında şekillendirilen amorf yapı, 12 Eylül faşist iktidarının temel dayanağı olduğu gibi, bugün de İslami referanslı Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarına dayanaklar sunmaktadır.
Son 150 yıllık tarihimizde Sünni İslam ve Türk kimliği, egemen iktidarın siyasal/ideolojik aygıtları arasında tezatlar olarak değil, bileşenler olarak yer aldılar. Cumhuriyet, bir ulus devlet projesi olarak Türk kimliği vurgusunu öne çıkarsa da, bu egemen kimliğin her daim Sünni İslam referansıyla beslenmesini destekledi. Şimdiki AKP iktidarı ise, Sünni İslamcı kimlik vurgularını artırsa da bunu, her daim Türkçülükle beslemektedir. Sünni İslamcılık ve Türkçülük bileşenleri, her ne kadar yönetici kliklerin söylemlerinde öne çıksa da, asıl olarak Diyanet ve Milli Eğitim Bakanlığı adındaki kurumların uygulamalarında yoğunlaşarak toplumun üzerine boca edilmeye devam ediliyor.
Değişen iktidarların değişmeyen dayanakları
Bu durum bize el değiştiren iktidarın siyasal/ideolojik dayanaklarının da aynı nitelikte/ölçeklerde değişmediğini gösteriyor. İktidar el değiştirirken iktidarın dayanaklarının siyasal/ideolojik ve eğitimsel düzeyde esaslı bir değişikliğe uğramadan, dayanaklarda yalnızca önceliklerin yer değiştirmesi, bu her iki görüşün de iktidarlara önemli bir egemenlik aracı ve alanı sunmasından ileri gelmektedir. Hâkim millet ve milliyetçilik siyasetinde meşruiyet arayan iktidarlar, gerçekte bu her iki görüşün insani değerler karşısında bir meşruiyetleri olmaması nedeniyle, kendi iktidarları da, insan hakları ve adalet alanında meşruiyet sonunu yaşamaktadır.
AKP iktidarının dış politikasında Osmanlıcılık üzerinden taslanan millet-i hakime anlayışının kısa sürede duvara toslaması, anakronizm için müthiş bir örnektir. Uluslararası dünyadaki köklü değişimler, millet-i hâkime anlayışına zerre yer bırakmazken, bu anlayışın ülke içinde AKP iktidarıyla birlikte daha bir etkin kılınmaya çalışıldığını görüyoruz. Eğitim alanı üzerinde yapılan müfredat, okul tasnifleri ve süreleri, İslam dini kaynaklı ek dersler ve öğrencilerin bu dersleri almaya yönlendirilmesindeki ayak oyunları, dindar gençlik yetiştireceğiz söylemleri, azınlıklara karşı üstenci bir dil ve mahkûm millet muamelesi çekilmesi, Alevilere karşı da benzer anlayışın sergilenmesi, Kürt sorununu İslam dini ortaklaşmasıyla çözme atraksiyonları, İslami değerlerden (daha doğrusu onun yorumlanış biçimlerinden) hareketle bireyin yaşamına düzen vermeler vb. bütün bu toplum mühendislikleri, Sünni İslamcılığın millet-i hâkime anlayışındaki vücut bulmuş halleridir.
Tek millet, tek din, tek devlet İttihatçılardan bu yana hem İslamcıların (tek millet hususuna özel bir vurgu yapmasalar da) hem de milliyetçilerin düsturudur. İslamcıların devleti, “devlet-i ebet müddet” diye yüceltmesi ve ebedi kılmasıyla; milliyetçilerin Atatürk’ün Nutuk’ta söylediği, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ilelebet payidar kalacaktır” söylemi arasındaki paralellik, “Önce devlet” yüceltmesinde kendini göstermektedir. Burada bireye yer yoktur. Birey, cemaatin veya toplumun edilgen bir üyesidir ve devletin tanımladığı sınırlar, onun hareket alanıdır. Devlet sayesindeki varlığı da devlete feda olsundur! Nitekim AKP hükümetinin açıkladığı demokrasi paketleri, vatandaşa devletçe bahşedilmiş haklar anlayışıyla ifade edilmektedir. Ulufe dağıtma geleneğine sahip devlet, demokratik hakları da bir ulufe olarak görmekte, istediği zaman, istediği ölçüde dağıtmakta ve ilerde yine vereceğiz diyerek bir parmak bal çalmaktadır.
İdeolojik/siyasal menşei ne olursa olsun önceliği devlete veren siyasal paradigmalar, her şeyden önce demokrasiyle sorunludur. 100 yıllık sistem sorunumuzun ve demokratikleşme sürecindeki kabızlıkların kökeninde hâkim millet anlayışı ve Türkçü milliyetçilik yatmaktadır.
Türkiye’deki demokrasi mücadelesi, hâkim millet ve milliyetçilik görüşüne karşı tavır almaktan geçer. Bu iki egemen görüşün geriletilmesiyle açılacak alan demokrasiyle doldurulduğu sürece, toplumsal zihniyeti büyük ölçüde şekillendiren siyasal İslamcılık ve milliyetçilik prangaları da kırılacaktır. Ve o zaman farklılıklarımızla birlikte bir arada yaşama hukukunu oluşturacağız ki, bu da toplumu kimlikçilik bataklığına sürerek seçmen üzerinden iktidar yolunda güç devşiren iktidarların kimlikçi siyasetlerinden kurtuluşumuz olacaktır. (HŞ/EKN)