“Senden iyilere, yerini vermesini bil”
Türkiye Kürtlerinin, hem devletten hem de Türkiye Solundan uzun yıllardan bu yana devraldıkları kötü alışkanlıklar var. Bütün uğraşılara rağmen bu kötü alışkanlıklardan bir türlü kurtulamazlar. Hoş, kurtulmaya gayret edildiği de pek söylenemez ya! Hatta çoğu kez hoşnut bile olunduğunu söylemek abartı olarak algılanmamalıdır.
Bitmez bu toplantılar...
Mesela bunlardan biri sürekli toplantı yapma “hastalığıdır”. Bitmez tükenmez, adeta bıkkınlık veren ve genellikle de sonuca gitmeyen, bir çok konuşmacının neredeyse birbirini farklı cümlelerle tekrarladığı toplantılar. Bildim bileli her düzeyde ve sivil ya da kurumsal şekilde bir dolu toplantı yapılır. Ne kadar sonuca gider meçhul. Velhasılı kelam “evimizi bu toplantılar yıktı dersek” yine abartı olmaz!
Bir başka "soldan çarklı" önemli hastalık; eleştiri-özeleştiri mevzuu. Her önüne gelen Leninist Parti örgütçülüğünden müsemma, yerinde ve kararında yapılırsa sonuç alınacağına gerçekten inandığım bu mekanizmayı abartılı denebilecek boyutta kullanır. Herkes herkesi her düzeyde ağzına geldiği gibi pervasızca eleştirirse artık ötesini siz düşünün. Bir de böylesine bir eleştirel mekanizmadan ortaya çıkan “Hadi bakalım özeleştirini ver” kurugürültüsünün sonuçlarını artık okuyan ya da yaşayan düşünsün.
Benim bu yazıya asıl gerekçe olan derdim, her boydan ve her türden panel, sempozyum, dinleti, söyleşi kabilinden sivil toplumcu ya da farklı kurumsal “işlere” dairdir.
"Vekaleten" ön sırada oturanar...
Bir dostum anlatmıştı, hem de Güneydeki, Kuzey Iraktaki Kürdistan Özerk Bölgesindeki bir ilde, Hewlêr’de yapılan panelle ilgili gözlemlerini. Hewlêr (Erbil) şehri, politik olduğu kadar aydını çok ve entelektüel bir şehirde aynı zamanda. Kültürle ilgili bir program var. Ve şehrin önemli bir salonunda yapılıyor program.
Konuklar salona girdiklerinde fark ediyorlar ki, siyasiler önden ilk üç sıradan sonrasına gayet rahat oturuyorlar. İlk üç sıra kentin yazar, çizer, edebiyatçı ve kültür şahsiyetlerine ayrılmış. Yani ezcümle “ilkel” hatta “feodal” dedikleriniz her iş için ayrı protokol oluşturmuşlar…
Nedense bu örnek, Sezai Sarıoğlu dostumun tabiriyle “Sahnede tuzluk, biberlik gibi sıralananları” salondan izleyince hep beni düşündürür.
Girersiniz salona, programın konu başlığı, çerçevesi ne olursa olsun fark etmez, bir “protokol” krizi almıştır başını gidiyordur. “Burada oturmayın, protokole ayrılmış”. E, tamam da kardeşim bu protokol değdin de neyin nesi, ne kadar hakketmiş orada oturmayı…Ayrıca her programın çerçevesine göre protokolü önceden belirlenmiş mi? Yok! Oldum Allah anlatamazsınız.
"Hocam, arka sıraya..."
Yine böyle bir gün. Girdim salona. Önde epeyce boş yer var. Oturdum bir koltuğa yanımdaki tanıdık dostla sohbet ediyorum toplantı başlayıncaya kadar. Birden yanıma görevli olduğunu hissettiren bir hanımefendi yanaştı. Hep de alışmışlardır ya! Mesleğiniz, neci olduğunuz önemli değildir onlar için. Kolayı vardır: “Hocam”sınız! “Hocam, rica etsem arka sıralardan birine geçermisiniz! Milletvekillerimiz birazdan gelecek. Ön sıralarda onlar oturacak da!”
Anlatamazsınız. Kardeşim ben milletim, onlar vekil. Vazgeç. Onlar, beni temsilen Ankara’dalar. Benim hakkım olarak erken gelip oturduğum yerimi daha sonra gelecekler ve elimden alacaklar diye, ben onları seçip meclislere göndermedim... Kime anlatacaksınız ki! Harç böyle karılmış. Panelin, sempozyumun, söyleşinin, muhabbetin rengi ne olursa olsun, protokol deyince akan sular durur. Vekil gelecekse millete düşen haddini bilmek, oturduğu yerini, vekiline ya da bilcümle protokolüne terk etmek. Senden iyi mi! Bırak orasına “Senden iyiler” karar versin. (ŞD/NZ)