"Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kenan Evren'i köşkte ağırlarken içim kan ağladı. Benim oğlum 12 Eylül'ün ilk gözaltında kaybıdır. Başbakana sesleniyorum: 100 yaşını geçtim. Cemil'imin akıbetini öğrenmek için ölüme direndim. Kaybedilen evlatlarımızı ve bizi görmezden gelmeye devam edersen iki cihanda ellerim yakanda olacak."
Her hafta derdine dert eklenerek derinleştiği için, dolu gözleri, kırılmış yüz ve yürek çizgileri; bugünlerde sık tartışılan bütün 'dillerden' fazla şey anlatmakla yazgılı sayısız kayıp yakınından biri, bu sözlerin sahibi, Berfo ana...
Oğlu Cemil Kırbayır, 12 Eylül döneminin, yok edilen ilk insanlarından; ama ne o dönemin, ne sonrasının heba edilen yüreklerinden ne ilk, ne de sonuncusu oldu...Berfo ana 30 yıldır oğlu Cemil gelir de duymaz diye kapısı açık uyuduğunu söylüyor.
Geçtiğimiz Cumartesi, kayıp yakınlarının Galatasaray Meydanı'ndaki 300. buluşmasında Berfo anne yoktu; çünkü bir süredir yaşadığı sağlık sorunu yeniden nüksetmiş ve evlâdının akıbetini sorgulamaktan alıkoymuştu yorgun bedeni ve yüreği. Ama Berfo ananın bir başka evlâdı, Mikail Kırbayır oradaydı ve bir de konuşma yaptı.
Rakel Dink, Yıldırım Türker, Mahmut Alınak, Oral Çalışlar gibi isimlerin de Cumartesi Anneleri'nin bu yıllanmış direnişinin anlamlı dönümlerinden birinde destek verdiği buluşma, yaklaşık 500 kişinin katılımıyla dev bir yas törenine dönüşüverdi.
Maya (Arakon) birkaç gündür rahatsız olduğu halde kalkıp gelmişti; karşılaştığımızda ayaküstü, "Gelmesem hiç iyileşemezdim" dedi. Hepimizin iyi tanıdığı bir kişi ölmüş gibiydi o gün, hepimizin iyi tanıdığı çok kişi ölmüş gibi...
İki anneye İHAD ödülü
Mikail Kırbayır'la eylemin ardından bir yerde çay içme fırsatı bulduğumuzda kısa bir de söyleşi gerçekleştirdim. İnsan Hakları Araştırma Derneği'nin (İHAD) Berfo anne ve Türkiye'de erkek terörüne kurban giden 'barış gelini' Pippa Bacca'nın annesi Elena Manzoni'ye İnsan Hakkı Ödülü verdiğini ondan duydum.
Medyaya yansımayan bu önemli haberle ilgili olarak Kırbayır, şunları söylüyor konuşmamız sırasında:
"İHAD'ın düzenlediği törenle Berfo anaya ödül verildi. Büyük bir kalabalık vardı, sivil toplum örgütü temsilcileri oradaydı. Törende en çok dikkatimi çeken ve beni duygulandıran Pippa'nın annesinin orada oluşuydu. Onun ödülünü almasının ardından, kayıp yakınlarının temsilcisi olarak konuşmam için mikrofon bana verildiğinde; Pippa'nın annesinin yüreğini serinletmek babında, şunu demiştim: Düşüncenin coğrafyası olmadığı gibi, namussuzların da coğrafyası yoktur. Bu bağlamda, Pippa rahat uyusun... Dünyanın neresine giderseniz gidin, namussuz namussuzdur. "
Susuyor, ben de susuyorum. Bir süre sonra kendi tayin ettiği bir anda sürdürüyor konuşmasını: "Diğer taraftan, Cumartesi Anneleri 15 yıldır karalandılar, horlandılar, itildiler, kakıldılar, işkencelerden geçirildiler, saçlarından sürüklendiler... Bunu yapan, devletin güvenlik güçleriydi."
Hükümetler "kaybetme" politikasını üstlendi
Burada, "şaşırmamayı öğrendiğimiz halde, yine de çok ilginç görünen bir şey var" diyorum Mikail abiye, araya girerek: "Bugüne kadar bütün hükümetler kaybetme politikalarını cinayetleri ortaya çıkarmamakla bir anlamda sahiplendiler aslında ".
"Sahiplendiler, evet" diyor Kırbayır bunun üzerine: "Her zaman katillere sahip çıktılar, mazlumlara değil. İnsan haklarını ihlal edenlere sahip çıktılar, mağdur edilenlere değil. Ödül töreninde İHAD'a sordum. Dedim ki, sayın başbakanımız diyor ki: 'Ben bu Cumartesi Anneleri'nin ne yaptığını bilmiyorum, tanımıyorum ve birileri bunları kullanıyor.' De ki, ey İHAD, sen benim anamı kullanıyor musun? Bir asrı devirmiş kadını niye kullanıyorsun, hangi hak adına kullanıyorsun? Burada oluşumuzun amacı ne, siz niçin benim anama ödül veriyorsunuz? Başbakan şunu bilmeliydi ki, devletin asli görevi, ülkesinde yaşayan bütün insanların yaşam haklarını sağlamak ve korumaktır. Öncelikli görevi her zaman bu olmalıdır; devlet bunu vaat ettiği için vardır. "
"Cumartesi Anneleri evlâtlarını kaybetmişler, eşlerini kaybetmişler, kardeşlerini kaybetmişler. Onlar hâlâ adalet arayışında oldukları gibi, kaybedilen yakınlarının mezar yerlerini de arıyorlar. 'Hiç değilse bir mezarımız olsun' diyorlar. Bunu kim verecek? Devlet verecek! Diğer taraftan, devletin yine resmi etkili ve yetkili organları dönem dönem diyorlar ki: 'Devletin bazı kurumları yıpratılıyor. Bunlar kurumları yıpratmak için meydan aradılar.'
Yokolan adalet
"O da güzel. O 'yok' olan ne? Adalet! İstenilen, talep edilen ne? Adaletin 'var' olması! Şimdi, bir devlet düşünün ki, bir insanı teslim alıyor; evinden, tabiri caizse zimmetine geçiriyor, eli bağlı, gözü bağlı, çırılçıplak bir şekilde yaşamına son veriyor. Peki, vatandaşın bütçesiyle geçinen, maaşını onlardan alan devletin resmi üniformalıları, kendi yurttaşlarını öldürürken devleti zaafa uğratmadılar mı? Biz devletin kurumlarını yıpratmıyoruz; asıl devletin görevlileri, atanmışları devleti zaafa uğratmıştır. Biz sadece hakkımızı arıyoruz. Biz onun için buradayız, Ankara'dayız, İHAD'layız."
Kırık, çatallı bir sesi var Mikail ğabeyin. Üstüne üstlük bir de, 300. buluşmanın ardından Galatasaray Meydanı'ndan ayrıldığımızda gidip kalabalık bir grup halinde oturduğumuz Elhamra'da, bizimle karışmış başka bir kalabalık da kendi arasındaki sohbetini sürdürürken, yanımdaki arkadaşımla birlikte eğiliyoruz onu duymak için.
Sesi titriyor, gözleri doluyor usul usul, ama o keskin çizgileri daha da derinleşerek sürdürüyor anlatmayı. Hem "memnun olup', hem utanıyorum bu tanışmadan aslında. O deşifre ettikçe kirin kendi çağına düşen yerlerini, kendimden utanıyorum; duyduklarımdan, dinlediklerimden. O utanmıyor. Çünkü onun bütün vücudu, 'namuslu bir beyin'den alıyor emirlerini...
Nereye gömdüler
"Kardeşim 12 Eylül 1980 günü gözaltına alındı, 8 Ekim 1980'de sorguda, işkenceyle katledildi. O gün bugün yok! Nereye gömdükleri de bilinmiyor. Böyle bir bilinmezlik, böyle bir yurttaşlık..."
Bir yerde düğümleniyor Mikail Kırbayır, araya giriyorum: "Özellikle bir şeyi sormak isterim sana: En son Murat Karayalçın, ondan önce Atilla Kıyat çıkıp dediler ki, 'Evet, o dönemde böyle şeyler oldu ve biz bunları gördük ya da biliyorduk, haberdardık. Sence bu insanların da bazı şeyleri bildikleri halde bu kadar uzun zaman susmaları bir vicdan yoksunluğuna işaret etmez mi? Neden biliyordun da, konuşmadın?"
"Müdahildir onlar," diyor, "Bilip bilmemesi de önemli değil, siyaset arenasında bu halkın nam ve hesabına politika yapanlar; eğer halka yapılan zulmün gereğini yapmıyorsa, o zulme müdahildir. En az zulmü yapanlar kadar suçludur. Hangi hükümetler gelmiş geçmişse, tamamı müdahildir... Ortada, bir eşya kaybı yoktur, can kaybı vardır. Devletin herhangi bir kaybı olduğunda saymanları sorumludur. Peki insanın saymanı nerede? Ortadan yok olan insandır. Peki kimdir bunun sorumlusu? İçişleri Bakanı'dır, Adalet Bakanı'dır, Başbakan ve Cumhurbaşkanı'dır. Ötekiler zimmet suçu işliyorsa, bu saydıklarım da insanlık suçu işlemiştir. "
"Zimmete insan geçirmek" diyorum Mikail ağabeye, "ya da zimmetten insan çıkarmak".
Cemil kimin zimmetindeydi?
"Evet" diyor, "bir insanı sen resmen zimmetine alıyorsun. Şimdi soruyorum onlara: 8 Ekim 1980'de kaybedilen Cemil Kırbayır'ı zimmetine alan insanlar, gözetim evine onu götüren Kemal Tartan, Semih Güney, Mehmet Hayten, Kureyşin Yeditepeliler, sorgulamaya girdiler kendi zimmetleriyle ilgili. Peki, teslim aldıkları insanı ne yaptılar? Ne gibi bir işlem yaptılar? Yapılmamış ise de, devletin bizzat kendisi öldürme politikası gütmüştür ve nihayetinde insanlık suçu işlemiştir".
Duruyor Mikail ağabeyi bir süre, yutkunuyor, yeni çaylar geliyor, yudumluyor, devam ediyor konuşmaya:
"Cemil ve benzerleri, devletin daha önceden isim isim tespit ederek, bilinçli şekilde kaybettiği, katlettiği insanlardır... Çok önemli bir şey var: 7 Ekim'de (1980) gittim Cemil'in ziyaretine. Görüş olanağımız olmadığı için elbiselerini teslim ettim, para verdim, bir süre bekledim. En sonunda bir pusula getirdiler: 'Abi, elbiseleri aldım, parayı aldım. İyiyim.' Ertesi gün haber gönderdiler: 'Cemil Kırbayır firar etmiş.'
"Cemil Kırbayır'ın firar etmediği çok açık. Cemil'le beraber dört asker Birinci Şube tarafından gözleri bağlı olarak alınıp, işkenceye götürülüyor, bu biliniyor. Bu dört arkadaş yan yanayken Cemil'in işkencesine sıra geldiğinde, bir süre sonra sesi kesiliyor. Diğerlerinin daha sorgusu başlamadan, Cemil'in cesedi dışarı çıkarılıyor. Ailede, benden başka kimsenin o şartlarda bu olayı takip etme şansı olmayacağı için; dikkatini çekerim, Cemil'in firar ettiği söylenen 8 Ekim'den bir hafta sonra, 14 Ekim'de Konya'nın Karaman ilçesine (Karaman ilçeydi o zamanlar) tayinimi çıkardılar da, zorunlu ikâmeti dayattılar."
Ailelerin yüreği
"Memurdun yani o sırada sen... Neydi görevin?"
"Maliyede, vergi memuruydum. Beni zorunlu, mevcutlu olarak Karaman'a gönderdiler. Bölgeyi terk ettirdiler. Neden? Örtbas etmek, oldubittiye getirmek için. Karaman'a gittiğimde devlet bana şunu demiştir: 'Saat 8'de sayım var, 5'te mesain bitecek, bunun karşılığında da maaş alacaksın.' Ben mesai biter bitmez Emniyet'e imzaya giderdim ki, buradayım diye... Tam bir psikolojik baskı. Devlet Cemil'i öldürmekle yetinmedi.
"Bir de bunun aileye baskı süreci vardı. Sevdikleriyle mutlu olur insanlar. Gözaltında kaybedilenler, öldürülenler yakınlarının yüreğidir. Biz yüreğimizi kaybetmişiz, onu arıyoruz. Aynı zamanda bu devletin de vicdanıdır. Devlet de vicdanına sahip çıksın ve bir an önce adaleti sağlasın. Nerde kaybetti bu insanları? Biz onları sadece asli görevlerine davet ediyoruz. Bu uğurda ne olur? Ben biraz sonra buradan kalkar giderim, şu köşeyi döndüğüm zaman bir kurşun sıkarlar. Umurumda mı bu? Sen zaten beni yaşarken öldürmüşsün..."
Bunu söylerken gözleri iyice buğulanmaya başladı Mikail ağabeyin. Sanki birlikte ağlayalım diye girdim araya, "Pınar Selek'in davasıyla ilgili Yıldırım Türker olağanüstü bir hakikati dillendirdi" dedim: "'Devlet insanı sadece canını alarak öldürmez!' Zaten ne yaşattın ki?"
"Acılar," diyor Mikail ağabey, "sadece acılar..." Durduramıyor gözlerini, ama durdurmalı artık dilini. Çünkü onun o 'namuslu beyni' gibi, dili de yüreğine değiyor, yüreğini dağlıyor. "Evet dost, ben artık kaçıyorum" diyor. Giderken arkasından bakıyorum. Mikail abi köşeyi dönüyor, bir kurşun sesi duymadım diye seviniiyorum. Aynı anda bir başka köşede, bir başka insanın katledildiğini henüz bilmiyorum...
İçimden, "Devlet!" diyorum kendi kendime, "Bir gün mutlaka!" (ED/BA)