12 Mart'tan 26 Mart'a kadar Midilli'de göçmen kamplarında gönüllü çalıştım. Gün gün yaşadıklarımı paylaşıyorum.
12 Mart 2016
Ayvalık-Midilli feribotuyla geçiyorum karşıya. Sığınmacı krizini kendi gözlerimle görmek istiyorum. Adaletsizliğin öyküsüne daha Ayvalık’tan ayrılmadan çok güzel bir giriş yapıyorum.
Benim Yunan arkadaşın söylediği gibi 10 euro değil biletler, Midilli-Ayvalık gidiş-dönüş 10 euro. Ama Ayvalık-Midilli gidiş dönüş 30 euro. Tabi anlamakta zorlanıyorum başta bilet satan kadının söylediklerini.
“Nasıl yani, yol aynı yol, sadece nereden başladığına bağlı mı bilet fiyatları değişiyor?” Hanımefendi bunun bir dil anlaşmazlığı olduğunu düşünüp İngilizce anlatıyor bir de, şaşkınlıktan dilim o kadar sürçmüş demek! Yok, sorun dil değil, zihniyeti anlamıyorum, diyorum.
Anlasam da kabul edemiyorum bu adaletsizliği. Yunanların üç katını ödüyorum diye sinirlenemiyorum bile, biliyorum, sığınmacılar 600 ile 2000 Euro arasında para ödediler bu yol için. Hem de canlarını riske atarak.
Evet, yolculuğa nereden başladığın çok önemli bu dünya düzeninde.
Ayvalık Midilli arasında bir yerlerde boş şişme botlar yüzüyorlar denizde. Adaya ayak basmadan onlar karşılıyor bizi. Bazısı yırtılmış, batmak üzere... Tam limana yaklaştığımız sırada Yunanistan sahil güvenlik de yaklaşıyor limana, üstü çoluk çocuk kalabalık.
O botlarda mıydılar acaba bu insanlar? Bilemiyoruz. Tüylerimi ürperten bir düşünce geçiyor aklımdan. Bu denizde kaç kişinin dibi boyladığını bilmiyoruz, tam olarak da bilemeyiz hiç. Başarısız denemeler tutanağı yok.
Cebelitarık Boğazı'nın yuttukları için de geçerli bu. Özellikle tek başına yolculuk eden gençler kayıp olma tehlikesiyle karşı karşıya.
Adaya varır varmaz grupla buluşuyorum. GEN (Global Ecovillage Network) ağı içinde, Avrupa’nın değişik eko köylerinde yaşayanlardan oluşmuş bir gönüllü çalışma projesi. Adada çalışan gruplara, işleyen projelere destek veriyoruz.
Ocak ayından beri genel olarak iki projeye destek veriyoruz. İlki hemen ayağımın tozuyla ilk gün gittiğim Better Days For Morea (BDFM). Diğeri All To Gether Kampı, yani Pikpa.
Resmi Morea Kampı göçmenlerin kayıt yaptırabildiği, genel koşullarının daha iyi olduğu, genel olarak ailelerin kaldığı ve sadece STK’lıların içeride çalışabildiği büyük bir kamp. Bu günlerde 5 bin kişilik grubun çoğunluğunu Suriye, Irak ve Afganistanlı aileler oluşturuyor. Kapılar açık, istedikleri gibi girip çıkıyor insanlar.
Morea Kampının hemen yanında ise BDFM (Beter Days For Morea yani Morea için daha iyi günler kampı) yer alıyor. Herkesin “alternatif Morea” dediği bu kampta Morea kampına kabul edilmeyen, yani kayıt olamayanlar yaşıyor. Her şey bağımsız gönüllüler tarafından karşılanıyor. Burada büyük STK’lar yok, polis yok, devlet yok. Bu bağımsız gönüllü ekibi son derece yatay ve esnek bir örgütlenmeye sahip.
BDFM kampının 72 milletten gelmiş gönüllüler hiç durmadan çalışıyor. Her sabah 10’da yeni gelen gönüllüler için bir kamp turu düzenliyorlar. Kampın genel durumu ve kuralları anlatılıyor. Kapılar herkese açık, her fikre açık, her türlü projeye açık.
Bugün BDFM’de yaşayan 500 kişiden 450’si Pakistanlı genç erkek. Kampa girer girmez sana bakan yüzlerce sıkılan delikanlı ile karşılaşıyorsun. Pakistan, Avrupa Birliği (AB) tarafından “güvenli” ülke sayıldığı için bu insanlar için sığınma hakkı kapısı kapalı. Suriyeli dalgasına karışıp adaya varsalar da bu adadan yasal yollarla çıkmaları zor. Adada bir şekilde sıkışıp kalmışlar. Morea kampına giremiyor ve kayıt edilmiyorlar…
Şu an bana bakan bu yüzlerce genç, yasal olarak Avrupa’ya varmamışlar bile. Buraya ayak bastıklarına dair çoğunun bir belgesi yok. Herhangi bir gün polis gelip onları tekrar Pakistan’a yollayabilir. Şu an Yunanistan’ın parasızlığı sayesinde adada kalıyorlar gibi, zaten devlet onlar için bir harcamada bulunmuyor. Tüm olanaklarını gönüllülere ve bağışlara borçlular.
Konuştuklarımın hepsi aynı şeyi dedi. Pakistan’da başlayan yol, sırayla İran ve Türkiye’den geçip Midilli’ye varıyor. İki, üç ay süren bu yolculuk için kişi başı 3000 ile 5000 Euro arasında değişen bedeller ödüyorlar. Daha iyi bir hayat istiyorum, diyor hepsi. Bazısı Türkiye’de bir hafta kalmış, bazısı bir iş bulmuş aylarca çalışmış. “Türk insan iyi, Müslüman kardeştir. Türk polisi iyi, hiç dövmüyor!” diyor biri.
“Niye kalmadın Türkiye’de öyleyse” diyorum.
“Para yok ki para. Ben kazanıyordum Pakistan’da günde 2 Euro. İstanbul’da 10 lira. Ben Almanya istiyorum. Çalışmak istiyorum, kardeşlerime bakmam lazım”
Bu ayrı ayrı hikâyeler “ekonomik göç” başlığı altında toplanıp reddediliyor AB tarafından. Yasadışı bir eylem onların sınır ötesi arayışları. Mesela Fas’a iade edilen Faslılar doğrudan hapsi boylayacaklar. Pakistan birçok vatandaşını pasaportu olmadığı gerekçesi ile geri kabul etmiyor. Vatansızlık tehlikesi ile karşı karşıyalar.
Gönüllü tayfası da başka bir vatansızlık durumu. Ama tehlikeli olmayan türden. Uluslararası değil, uluslar ötesi bir oluşum. Bugünkü sunumda iki ergen çocuğu ile gelmiş Yunan-Alman bir aile; Küba’da büyümüş, Almanya’da yaşayan ve Filistin uyruklu bir genç; ikinci kuşak Cezayirli Fransız iki genç kadın, ikinci kuşak Pakistanlı Belçikalı genç, Alman, Hollandalı, İngiliz, Amerikalı gençler ve Amerika Birleşik Devletleri'nden (ABD) emekli bir kadın vardık.
Kampta Filistin’den gelen epey gönüllü tercüman var. Kendimi kamp nüfusuna yakın hissediyorum birden, onlar da benim gibi Türkiye’den geldiler.
13 Mart 2016
Bugün BDFM giysi dağıtım çadırında çalıştım. Bağışlanan ikinci el elbiselerle dolu koca bir çadır. Genel olarak gayet düzenli, yaşlara göre düzenlenmiş giysiler, temel temizlik malzemeleri ve ayakkabılar var.
Ben ailelerle ilgileniyorum. Aslında BDFM da kalan aile yok, ama Morea’dan kadın ve çocuklar da gündüzleri çadıra “alış-verişe” geliyorlar. Morea’da bağışlarla toplanan, çok büyük giysi mahzeninin olmasına rağmen, hemen anlıyorum ki, orada çalışan STK’lıların eli epey sıkı. Günde en fazla şu kadar battaniye, en fazla bu kadar ceket verilecek gibi bir kuralları var ve daha fazlasını kutulardan çıkartmıyorlar… Anlaması zor.
İlgilendiğim ilk aile, üç kuşak Afgan kadınları. Üçü de birbirinden güler yüzlü ve tatlı bu kadınlar ile epey zaman geçirdik. Durmadan gülüyorlar, şakalaşıyorlar kendi aralarında. Genç kız İngilizce biliyor, anlaşıyoruz. Anlaşamadığımız şey getirdiğim giysilerin tarzı.
Onlar giysilerin olduğu çadıra giremiyorlar. Üst değiştirme çadırında ihtiyaçlarını söylüyorlar, biz onlara bir iki seçenek çıkarıyoruz. Büyükanne, getirdiğim montun kırmızı olmasını sevmedi, yaşına gitmezmiş. Anne ise pantolonu kendini şişman gösteriyor diye sevmedi. Sutyen işi daha da zordu. Çok, ama çok güldük.
İlgilendiğim ikinci aile Suriyeliydi. 12 yaşındaki kız çocuğu Türkçeyi az çok öğrenmiş üç ayda. Şaşmamak elde değil, nasıl da açıklar ve açlar öğrenmeye çocuklar. Ve hep güler yüzlü, şakacılar.
Kadınlar da öyle, en azından bugün gördüklerim gülümsüyorlar sürekli. Hele Afgan kadınları… O kadın cehennemi ülkeden kaçabildikleri için mi bunca neşeliler acaba, diye düşünüyorum. Yoksa onlara verdiğim kullanılmış giysiler için bunca mutlu olmadıkları belli. Çünkü verdiğim hiçbir şeyi ilk başta beğenmediler. Hayır, bu insanlar kendi ülkelinde fakir insanlar değillermiş, bu hemen belli oluyor.
İlgilendiğim kadınlardan birinin ertesi gün Atina’ya giden feribotta bileti var. Onlar çok mutlu geliyorlar çadıra. 10, 15 gündür adada gün sayıyor, beklemekten yorulmuş oluyorlar. En son gün de güzel ve temiz giysiler almak için geliyorlar çadıra.
Suriyeli güzeller güzeli genç kadın çok heyecanlıydı. Çat pat İngilizce ile anlatıyor “Biz yarın Atina’ya gidiyoruz. Güzel giysiler lazım çünkü oradan Almanya’ya geçeceğiz.” Onun ayak numarası olan 39 numara başka bot kalmamış.
Ama o güzel değil, çok kaba diye istemiyor o botları. Bulduğum kalın montu da istemiyor, omzundaki küçük bir delikten dolayı. Ama her şeyi gülümseyerek geri çeviriyor, içtenlikle söylüyor: “Güzel görünmem lazım”.
Benim aklımda ise İdomeni görüntüleri var. Yağmurun altında sınır kapısında bekleyen, çamura batmış insanlar. Gerçekten de bu insanlar sınırların kapalı olduğunu bilmiyorlar mı? Soramıyorum bir türlü. O güzel neşesini bozamıyorum. Umut, umut ne kadar da kuvvetli! Ya da bu insanların nelerden kaçıp kurtuldukları hakkında bir fikrimiz yok!
14 Mart 2016
Bugün saatlerce ayakkabı yıkadık. Kullanılmış, çamurlu, ıslak ayakkabıları sabunla yıkayıp kurutuyoruz. Güneşten faydalanan el yapımı bir ayakkabı kurutucusu dolabın içinde kurutuyoruz. Kuruyunca tekrar göçmenlere sunuyoruz.
Kullanılmış giysileri yıkayıp tekrar kullanmaya başlama projesinin adı Dirty Girls. Adalı kadınlar kendi aralarında kirli çamaşırları bölüşüyorlarmış başta. Kendi evlerinde yıkayıp, tekrar kamplara getiriyorlar. Son dönemde işi büyütmüş, bir iki sanayi tipi büyük çamaşır makinesi almışlar. Midilli halkının gönlü çok büyük.
Bugün BDFM’daki Pakistanlılar eylem yaptılar. Kampın en ortasına oturup ellerinde yazdıkları kartonları kaldırdılar. Genel olarak son derece sakin ve gülümser bu insanları bugün sinirli gördüm.
Genel olarak zeytin ağaçlarının dibine üçerli beşerli gruplar halinde oturup çay ve sigara içmekten başka hiç bir şey yapmıyorlar. Uzaklara bakıyorlar sürekli. Aynı anda hem çaresizlikle dolu kader görünüyor gözlerinde hem de delikanlılara özgü enerji ve neşe. Kendi aralarında çok şakalaşıyorlar, hele çoğunluğunu genç kadınların oluşturduğu gönüllüler ile konuşurlarken.
Onların yaptığı gibi boş boş oturmaktan yıllarca sıkılmayacak insanlar tanıdım, ama böyle çözümsüz bir çaresizliğin bulandıramayacağı bir bilinç var mıdır, bilmiyorum.
Eylemi sürpriz bir şekilde yapmışlar. Bu arada birkaç gönüllü ile bir iki atışma da olmuş. Hemen tercümanlar aracılığı ile eylem bir toplantıya dönüştü.
“Bize en az iki gün önceden haber verin de medyayı çağıralım, eyleminizi gören olsun, yoksa bize mi eyleminiz? Biz hepimiz burada beş kuruş almadan sizin için çalışan gönüllüleriz” dedi biri, çeviri yapıldı.
Pakistanlılar yerde sıkışık nizam oturuyorlar. Sonra bazıları ayağa kalkıp konuştu, bitince alkışlandı. Sonra başkası ayağa kalkıp konuştu, bazısı itiraz etti, itiraz eden de ayağa kalkıp konuştu. Alkışlandı. Ve böylece en az 400 kişilik eylem-toplantı hayranlık uyandıracak kadar sakin ve saygılı bir şekilde sonu erdi.
Yüzlerce Pakistanlı genç zeytin diplerine dağılıp, uzaklara bakıp sigara içtiler. “Biz de insanız!” yazan kartonla ateşi beslediler, ısındılar.
15 Mart 2016
Türkiye’deki patlama haberleri geliyor. Buradaki konu tam da canını, tüm malını bu yola koyarak Avrupa’ya ulaşmış yüzbinlerce insanın Türkiye’ye geri iadesi. İnanılacak gibi değil!
Avrupa Birliği, Mültecileri Türkiye’ye satmaya çalışırken, Midilli’ye ulaşmış Türkiye Kürtleriyle de tanıştım. Onlar da savaştan, baskıdan kaçıyorlar.
20’li yaşlarında gencecik bir delikanlı. Hapse annesinin kucağında girmiş bebekken, beş yaşında çıkmış. Sonra babası girmiş çıkmış. Sonra dayı, hala… Eylemde yakalanmış, "terör"den 20 yıl ceza almış. O da binmiş bir bota, “gene hapsi boylayacağıma şu denizin dibini boylarım, dedim be abla”.
Heyecanlı, gözler ışıl ışıl. “Ya ben 20 yıl hapiste çürürüm be abla. Çıkınca yaş gelmiş 40 kusur, ev yok, iş yok, araba yok, eş yok, birikmiş para yok… Ne bok olur benden?”
“Öyle deme oğlum! Onların hiçbiri bende de yok ve yaş neredeyse 40,” diyorum gülerek.
“Senin durum farklı, hem hala çok güzelsin. Ama abla cidden o kadar yaşlı mısın sen valla?” derken kıs kıs gülüp, o da bana takılıyor.
Türkiyeli Kürtlerin durumu da Pakistanlılar gibi; Türkiye “güvenli” ülke. Cizre’de, Sur’da yaşayanlardan bahsetmiyorlar buna karar verenler. Akşamüstü üç beşimiz bir araya gelip “Deniz Koydum Adını” dinliyoruz bir cep telefonundan.
16 Mart 2016
Bugün Pikpa Kampındayız. Eskiden belediyenin çocuk tatil kampı olan mekânda üç yıldır bir grup Midillili çok güzel bir proje gerçekleştiriyor. Kamp özel durumu olan, hassas, yoğun bakım ve takip gerektiren göçmenleri kabul ediyor.
Bedensel ve zihinsel engelliler, yeni doğum yapanlar, ağır hastalar, bir yakınını kaybedenler… Şu an aşağı yukarı 100 kişi yaşıyor. Yaz aylarında nüfus yüzlerdeymiş, hatta bine çıktığı bile olmuş geçici olarak.
Koşullar diğer kamplardan çok farklı, bu da ortamda hemen hissediliyor. Her ailenin bir bungalov evi var veya bir büyük çadırı. Aileler evlerinde kendileri yemek pişiriyorlar.
Genel vizyon olarak bir birliktelik projesi. Diğer kamptakiler gibi nüfus sürekli değişmiyor, insanlar daha uzun süre bu kampta kalıyorlar. Bu da grup çalışması ve ilişki kurmak için daha çok zaman tanıyor.
Maaşlı çalışan bir hemşire ve bir aşçı var. Geri kalan herkes gönüllü çalışıyor. Bu grupta Yunanistanlıların sayısı dikkat çekiyor. BDFM gibi çoğunluk yabancı değil.
Bizim GEN ekibi olarak en çok katkıda bulunabileceğimiz proje bu. Bizden istedikleri, bizim teklif ettiğimiz eko köy projeleri yapıyoruz. Şubat ayı içinde bizim ekiptekiler tarla için bir alan hazırladılar. Seralar yapıp fidanlar diktiler. Bize, mart ayı ekibine de ekim yapmak düştü.
Compost hazırlandı, mutfakta kullanılan suyla tarlayı sulama projesi içerisinde, kullanılmış suda yağ ayrıştırmak için su depoları yerleştirildi. Güneş su ısıtıcıları takıldı. Bozuk ve eski çadırlar engin festivalci bilgilerimiz sayesinde özenle sökülüp, tamir edilip, paketlendi. Çocuklarla İngilizce dersleri yapıldı…
Pikpa’da en çok hoşuma giden bir şey de çanta projesi oldu. Üç tane sanayi tipi dikiş makinesi alınmış. Midilli'nin sembolü olmuş turuncu can yeleklerini sahillerden topluyorlar, tek tek söküyorlar, parçalara ayırıyorlar.
Sonra, terzi olduğu anlaşılan birkaç göçmen onları dikiyor. Çok güzel, şık ve aynı zamanda iç burkan bir çanta ortaya çıkıyor. Lesbos hatırası!!! Çantalar bu “upcycling” kavramıyla ve Pikpa projesine destek amaçlı satılıyor.
Göçmenler yaptıkları çanta başına ücret alarak para kazanmış oluyorlar, projeye de belli bir maddi kaynak elde ediyor.
17 Mart 2016
Tekrar BDFM kampı. Tekrar giysi dağıtma, yemek sırası kuyruğunu düzenli tutmak işi. Ortalıktaki çöpleri toplama işi de vardı. Grupça bunu epey konuştuk. Neden bu hiçbir şey yapmamaktan sıkılmış genç göçmenler yere attıkları çöpleri biz topluyoruz?
Bu cevaplaması hiç de kolay bir soru değil. Temizlik belki de bizim, biz Avrupalıların takıntısı, onların umurlarında bile değil, belki de çöplerle yaşamaktan mutlular, diyor biri.
Ötekisi daha da sinirli; ben buraya onların tuvaletini temizlemeye gelmedim, yani kendileri neden bunu yapmıyorlar anlamıyorum? Diğer Alman arkadaş daha dürüst; ben dünyada daha adil bir düzen istiyorum ama itiraf etmeliyim ki tuvaleti kullanmayı bile bilmeyen bu genç erkeklerle mahallemde yaşaması fikri beni korkutuyor…
Uzun dönem gönüllüler, proje kurucuları ile tekrar tekrar bu konuyu konuşuyoruz. Göçmenlerin günlük işlere katılımı çok az. Genel olarak neredeyse hiç. Birkaç kişi hemen bazı sorumluluklar alarak göçmen ağından gönüllü ağına geçiyor. Ama kalan çoğunluk genel olarak hiçbir işe yardım etmiyor.
Pikpa’da katılım oranı daha yüksek olsa da gene de çok az. Tabii hasta olanı, hastaya bakanı, bebek bakanı var. Ama gene de biz tarla işini göçmenlerle birlikte yapabileceğimiz, onların da zevk alacağı bir iş olacağını düşünerek pek yanılmışız.
Bize bir yardım edeni zar zor bulduk. Bulduğumuz o güzel delikanlıyı da hiç bırakmadık. Bir kelime İngilizce bilmeyen Afgan Mesud ile güzel güzel anlaştık.
18 Mart 2016
Gelen haberle her şey birden değişiyor Pikpa’da. Toprak sahibi olan Midilli Belediyesi, kampın yönetimini yerel gönüllülerden alıp büyük, uluslararası STK’ların kontrolüne verme kararı almış. Herkes kaygılı ve düşünceli görünüyor.
Yıllarca bir projeye emek verdikten sonra onu elinden çekip alan STK’ya ne kadar güvenebilirsin ki? Kontrol, daha fazla kontrol isteniyor, öyle tamamen bağımsız örgütlenmeler istenmiyor.
Bu konuda bir kampanya başlatılacak, imza toplanacak, eylem yapılacak… Başka da yapılabilecek bir şey yok. Kurucularından birisi en önemli noktayı vurguluyor; “bu süreçte burada yaşayanların korkuya kapılmamalarına, kendilerini güvenli bir ortamda hissetmelerine özen gösterilmelidir, ne de olsa bizim projemizin ana amacı budur.”
21 Mart 2016
Bir sonraki haber ise o kadar kötüydü ki, önceki kötü haberi arattı. Pikpa’nın el değiştirme ihtimali unutuldu bile.
Türkiye (TC) ile AB anlaşmaya vardı. Anlaşmanın detaylarını daha tam olarak bilemesek de pazarlığın insan ticareti olduğunu hepimiz çaktık. Buradaki insanlar birer sayı devletler için, karşılığı Euro’ya çevrilebilecek bir numara.
Midilli ve diğer Yunanistan adalarını göçmenlerden boşaltılma kararı alındı. Bir anda adadaki her şey değişti. Kararın hemen ardından Morea ve Karatepa kamplarından otobüs dolusu insanlar getirildi, limanda bekleyen dev gibi gemiye dolduruldu.
Ama geminin nereye gideceğini bilen yok. Kavala olabilir, dedi birileri. Ama Kavala’da geminin taşıdığı en az 5000 kişiyi alacak büyük bir kamp yok ki, dedi birileri. O zaman bu gemi direk Türkiye’ye gidiyor dedikoduları aldı yürüdü.
Limanda yapılan eylemde giysi dağıtım çadırında tanıştığım bir kadını görüyorum iki kızıyla beraber. Çok mutlu görünüyor. Yaklaşıp hal hatır soruyorum. “Sonunda biz de gidiyoruz artık. Daha önce bilet yok deyip satmıyorlardı, bak ne güzel büyük gemi getirmişler hepimiz gidelim artık Avrupa’ya diye.”
“Gemi nereye gidiyor peki?” diye soruyorum.
“Atina’ya” diyor. Sarılıyor, vedalaşıyoruz.
İşte bu hikâyenin en acı tarafı. Göçmenler bindikleri geminin nereye gittiğini bile bilmiyorlar, hiçbir bilgilendirme yok. Alman Nazi trenleri geliyor gözler önüne. Hâlbuki bilgi bu insanların en çok ihtiyacı olan şey burada. Haklarını, seçeneklerini, başlarına ne geleceğini bilmeleri insanların en temel hakkı olmalı. Ama böyle bir şey yok, gerçi bırak bizim gibi bağımsız gönüllüleri, büyük STK’lar bile bilmiyorlar ki göçmenleri bilgilendirsinler.
İki gün sonrası hakkında kimsenin bir fikri yok. Binlerce göçmen çoluk çocuk, koyun sürüsü gibi oradan oraya sürülüyorlar.
El sallıyoruz geminin ardından. Güvertedeki yüzler de bize el sallıyorlar, bu büyük gemide Avrupa’ya doğru yola çıkıyor olmaktan çok mutlular. Büyük Avrupa rüyasının peşindeki Titanik misali gemi giderken ağlayan birkaç gönüllü var arada. Geminin Kavala’ya vardığı ertesi gün doğrulanıyor.
22 Mart 2016
Morea kampı bir hapishaneye çevriliyor. Artık kapısında polis bekliyor, girebiliyor ama çıkamıyorsun.
Sadece iki gün içerisinde, burada yaşayan, haftalardır Atina’ya gitmeyi bekleyen yaklaşık 5 bin kişi boşaltıldı. Anlaşmanın yürürlüğe gireceği 20 Mart öncesi adaya varmayı başaran 1500 kişi kampa yerleştirildi. Asıl yeni gelişme BDFM’nın boşaltılma kararı oldu.
Ada polisi aynen halkı gibi “yavaş yavaş”, hiç güce zora başvurmadı, en azından biz tanık olmadık bu süreçte. Anlaşmanın ertesi günü BDFM ile iletişim kuruyor ve o gün BDFM’da yaşayan en az 150 kişinin Morea’ya girmesi gerektiğini, yoksa kendilerinin bizzat geleceğini söylüyor.
Bu BDFM halkına tercümanlar aracılığı ile ilan ediliyor. Yani açık açık kampın sonunun ilanı demek bu. Çok gerilimli bir an. Kurucu aktivistler arasında tartışma çıkıyor. Polisin dediğini yapmak isteyen, çıkabilecek şiddet olaylarının göçmenlerin başına daha da iş açmasından korkan grup ile polisle herhangi bir işbirliğini hatta iletişimi ret eden grup tartışıyor.
Bu tartışmanın kaynaklarından biri de dün BDFM içinde başlatılan resmi olmayan kayıt uygulaması. Pakistanlı göçmenler upuzun bitmez bir kuyruk oluşturuyorlar kayıt masası başında. Kayıt masasında dört gönüllü, ad soyadı alıp fotoğraf çekiyor.
Aslında Morea’nın yaptığı kayıt işleminin aynısı ama resmi tanınırlığı yok. Pakistanlıların çoğunun hiçbir kaydı yok. Adaya anlaşma öncesinde geldiklerini, hatta şu an adada olduklarını kanıtlayan herhangi bir belge yok.
Bir de akıllardaki en önemli soru, bu insanlara ne olacağı. Kimse bilmiyor. Ama onların isimlerini almak en azından biraz da olsa bir güvence demek, deniz ortasında kaybolmadı bu insanlar.
Ve bu insanlar Morea kampına girdiklerinde artık onların sağlığından Yunanistan devleti sorumlu olacak. İzleri bulunabilecek.
Ama kayıt işleminin BDFM prensiplerine aykırı olduğunu düşünen bir grup insan da var. Bu kamp polisin kurmak istediği Morea hapishanesine yardım etmektense kendini kapatır diyorlar.
Kafalar karışık. Göçmenlerin kafası o kadar da karışık değil en azından. İlk gün istenen 150 kişiden çok daha da fazla göçmen Morea kapısı önünde sıraya giriyor koşarak. Nereye gönderileceklerini, onlara ne yapılacağını, Morea’nın tel örgüleri arkasında ne kadar zaman geçirmek zorunda kalacaklarını bilmiyorlar.
Ama buradaki tüm göçmenlerin bildiği iki şey var. İlk olarak arkadaş gruplarından ayrılmak istemiyorlar. Bu onlar için hayati önem taşıyan bir konu. Aştıkları tehlikeli yollarda hayatta kalma yollarından biri grup güvencesi. Kimisi mahalleden birlikte yola çıkmışlar, kimisi yolda tanışmışlar. Ama hepsi biliyor, yalnız kuzunun sonu kötü. Grup olarak Morea’ya girmeye veya girmemeye karar veriyorlar.
İkinci olarak da sınırların şu anda Pakistanlılara kapalı olduğunu onlar da biliyorlar. Son TC-AB anlaşması öncesinde de onlar için kapalıydı ama bir şekilde kalabalığa karışıp ilerleyebiliyorlardı. Şimdi ise hiçbir şansları yok, tüm kapılar kapalı. Birçoğu için geri dönüş yolu bile kapalı, adada sıkışıp kalmış gencecik hayatlar. Beklemekten sıkılmışlar, çadırlarda pislikten sıkılmışlar, gidip teslim oluyorlar.
23 Mart 2016
Hüzünlü bir aşk hikâyesinin ortasında kaldım. Göçmeni-gönüllüsü bunca gencin buluştuğu yerde nasıl aşk yeşermez… Ama kampın ortasında aşk nasıl olur da hüzünlü olmaz…
Uçsuz bucaksız sınırsız palyaçolar geliyorlardı BDFM’ye her gün. Müzik ve sirk şovları ile ortamın ağır havasını kırıp yüzleri yumuşatıyorlardı. Katerina ile orada tanışıyorum. Sarışın, tatlı sözlü bir Yunan güzeli. BDFM’ye geldikleri günlerin birinde bakışıyor Muhammet ile. Ertesi gün de öyle bakışıyorlar uzun uzun.
Muhammet 23 yaşında, Pakistan’dan üç mahalle arkadaşı ile birlikte gelmiş. Hiçbir kimlikleri yok, buraya iki ayda ulaşmışlar. Bir aydır burada bekliyorlar.
Katerina, Muhammet’i kamptan dışarı çıkarmak, denizi göstermek, memleketini göstermek istiyor. Ama işte artık çok geç. Arkadaşları ile birlikte bugün saat 5'te Morea’ya teslim olacaklar.
İki saatliğine arabayla kumsala gidiyoruz. Plajda el ele yürüyorlar ve hiç durmadan konuşuyorlar. Aslında hiçbir ortak dil bilmiyorlar. Ama ellerle kollarla bir şekilde anlaşıyorlar. Anlatmak ve anlamak istedikleri o kadar çok şey var ki.
Saat 5'e yaklaşıyor, bilmiyoruz ne yapabileceğimizi. Git diyemiyor, gitme hiç diyemiyoruz. “Allah büyük, o bilir” diyor Muhammet. “Boşver Allah’ı, bir avukat bulup soralım” diyor Katerina.
Ben gidip BDFM tercümanlarını bulmayı öneriyorum. Gidiyoruz. Danışmanla konuşabiliyoruz ayaküstü iki dakikalığına.
“Bilmiyoruz, kimse bilmiyor. Belki Kavala’ya hemen gönderilirler, belki bir ayda. Belki Atina’ya gönderilirler, belki Türkiye’ye. Belki doğrudan Pakistan’a. Pakistan onları kabul eder mi etmez mi onu da bilmiyoruz.” Alabildiğimiz tek açıklama bu.
Aslında bize daha çok şeyi de çevirmesini istiyoruz ondan, “Bu annemin evinin adresi, bu bizim İstanbul’daki arkadaşlar…” Ama vakti yok danışman-çevirmenin böyle şeyler için, sırada bekleyen onlarca insan, sakatlar, 18 yaş altındakiler…
Bir sürü selfi çekiyoruz. Sıkıca sarılıyoruz ve vedalaşıyoruz genç Muhammet ile. “Good luck my friend”
Caterina ile rakı içmeye gidiyoruz bir Rum tavernasına. Rebetiko müziğine “Bravo”lar ile “Maşallah”lar karışıyor. Gizlemeden ağlıyoruz birlikte.
24 Mart 2016
İspanya’dan herkes endişeli. Benim için mesaj yağdırıyorlar. Haberlere göre mülteciler yaka paça gemilere tıkıştırılmışlar, korkmuş ve ıslak halde Atina’ya götürülüyorlarmış. Morea Kampı bir cezaevine dönmüş ve polis göçmenleri yollarda toplayıp zorla oraya tıkıyormuş. Tüm gönüllü ve STK’ların işine zorla son verilmiş. Adada hiçbir STK’lı kalmamış…
Biz de bu haberleri duyup şok oluyoruz. Yani bu kadar mı yalan dolan bu haber ağı, yani alternatifi, bağımsızı bile. Tabii ki bir kısmı doğru bunların ama yaşadığımız durum bu değil. Gemiye ıslak ıslak bindirilen mülteci görüntüsü her gazetecinin yakalamayı isteyeceği türden bir sahne olmalı.
Bilgilendirmenin olmaması çok kötü herkes için. Devlet bir sonraki adımı hakkında bir açıklama yapmıyor. Bırak göçmenler, STK'lar bile bilgili değiller ne olacağı hakkında. Büyük STK’lar da göçmenlerin tek tek dosyalarına bakıp onları hakları ve seçenekleri hakkında bilgilendirme işi yapmıyorlar. Haberler de hep kulaktan kulağa yayılıyor. STK’ların Morea’da çalışması durduruldu deniyor. Sonra aslında STK’lar bir cezaevinde çalışmayı reddettikleri için kendileri çıktılar oradan deniyor.
Orada çalışan İspanya’dan bir arkadaşa soruyorum. Save the Children ile çalışıyor. “Biz devam ediyoruz burada çalışmaya, benim daha önceden bildiğim tüm STK’lar da içeride devam ediyorlar. Bazıları gitmiş diyorlar ama ben de bilmiyorum kim, içerisi hala STK ile dolu.”
25 Mart 2016
BDFM kampı tamamen boşalmış durumda. Göçmenler kendi istekleriyle Morea içerisine girdiler. Bugün yaklaşık 1500 kişi var içeride. Dışarı artık çıkamıyorlar. Aslında bu da ada usulü, herkesin bildiği bir delik var çitte. Ama polisle sorun istemeyen zaten çıkmıyor dışarı. Ya da alışverişini yapıp geri içeri giriyor.
Morea’ya kapatılmak istemeyenler ise BDFM kampını bırakıp No Border Kichen mutfak kampına sığınıyorlar. Bu kamp aylardır burada, her gün yüzlerce kişiye bedava yemek sağlıyor. Daha önce sadece yemek veren kampta şimdi 250 genç kalıyor. Tamamı erkek, çoğunluk genç ve Pakistanlı insan epey ilkel koşullarda günlerini geçiriyor.
BDFM’dan tanıdığım bir iki göçmen ile konuşuyoruz. “Bekliyoruz işe burada," diyorlar. "Biz kötü bir şey yapmadık ki hapse girelim. Bekliyoruz bakalım ne olacak. Allah büyük!”
26 Mart 2016
Bugün adadaki son günüm. Kamplarda zaten yapabileceğimiz pek bir şey kalmadı. Kamplar dışını geziyorum. Güzel ada köylerini dolaşıyorum, Rum meyhanelerinde arkadaşların çaldığı müziği dinliyoruz, dans ediyoruz. Ege müziği, Türkiyeli ve Yunanistanlı ama önce Egeli olan insanları birbirine kaynaştırıyor. Komşu komşuya rakı içiyoruz. Ve anlatıyoruz birbirimize adanın göçmen tarihini.
“Sen yazın görecektin burayı. Aha şu sokakların hepsinde uyuyordu çoluk çocuk yan yana. Rıhtım valla tıklım tıklımdı. Tuvalet yok o yaz sıcağında. Nasıl kokuyor ortalık anlatamam. STK’lılar geldi de o insanlar rahat gördü. Gene biz Lesbos’lular biliriz göçmen olmak ne kadar zor.
"Biz de göçtürülüp gelmişiz buralara. Ondan ada halkı bu kadar anlayışlı yardımsever oldu hep onlara karşı. Tabi yığınla para da kazandı, orası da var. Göçmene cep telefonu sattı, gönüllüsüne araba, ev kiraladı. Ama bu adanın toprağında var göç türküsü, vatansızlık, sıla özlemi. Dur bak bir tane çalıyım ben sana…”
“Bravo Yorgi!!! Bravo! Maşallah!!!” (ED/EKN)
Fotoğraflar: Ebru Döne