Memlekette mutlak çoğunluğu oluşturan Ortodokslar olunca Yunanistan'ın Katolik azınlıklı Siros adasına giderken beni bir heyecan sarmıştı.
Ana okulundan itibaren ilk öğrenimimi Beyoğlu'ndaki Katolik rahibeler okulunda görmüş olmanın ruhumdaki izlerini ömür boyu silmem mümkün görünmese de dine inancım hiç kalmamıştı.
Ama Büyük Britanya İstanbul Başkonsolosluğu'nun yanı başında birkaç sene öncesine kadar varlığını korumuş Rum Katolik Kilisesi ve ailemizde Tinos Adası kökenli Katolik büyüklerin olması, kolaylıkla tetiklenen nostaljik mekanizmalarımı harekete geçirmişti.
Adaya Samos üzerinden nispeten uzun bir yolculukla varacağımdan yanıma aldığım kitaplardan en can sıkıcı olanını bir an önce okumaya koyuldum. İletişim yayınlarından çıkmış, İlay Romain Örs'ün derlediği İstanbullu Rumlar ve 1964 Sürgünleri-Türk Toplumunun Homojenleşmesinde Bir Dönüm Noktası adlı kitapta okuduklarım, mevzu hakkında fazlasıyla bilgili olmama rağmen sinirimi bozmuştu.
Uzak olmayan bir diyarda...
Türkiye'den çok uzak olmayan bir diyarda, yani komşuda birçok hafta geçirmeye gidiyor olsam da, maziyi tüm ağırlığıyla peşimden sürüklemeye hiç niyetim yoktu ne de olsa.
Zaten Siros'un nüfusunun neredeyse yarı yarıya Ortodoks ve Katolikler'den oluştuğunu öğrendiğim anda, annesi İtalya uyruklu Levanten, babası Yunanistan uyruklu Rum olan sevgili kuzenim karşıma dikilivermişti sanki.
1964 yılında Türkiye'den apar topar kovulduklarında neye uğradıklarını şaşırmışlar, doğup büyüdükleri, memleket bildikleri yeri, ailenin diğer fertlerini geride bırakıp gitmek istememişlerdi.
Mecburen önden Atina'ya giden, Türkiye'de bir anda istenmeyen insanlar sınıfına girmiş babalarının peşinden, aradan epeyce uzun bir süre geçtikten sonra gitmek zorunda kalmışlardı.
Benim için onlar Yunanistan'da yaşayan sevimli akrabalarım oldular, ne de olsa ben hadiseden bir sene sonra dünyaya gelmiştim ve evde bu tatsız olaydan çocuklara hiçbir zaman bahsedilmezdi.
90'lı yılların başından itibaren Türkiye'de '64 sürgünleri ve Türkiye'de azınlıklara yönelik geçmişteki müdahaleler hakkında çeşitli sergiler, konferanslar, kitaplarla bilgilenir olmuştuk; bir zamanlar birilerinin başına gelenlere tepkisiz kalmış olmanın sonradan başkalarına yönelik benzer müdahalelere yol açtığını da birebir görüyorduk.
Samos-Siros yolculuğu
O aralar İstanbul'a sık sık gelmeye başlamış kuzenim her ne kadar küçükken gayet iyi bildiği Türkçe'yi baştan öğrenmek zorunda kalmış olsa da, Atina'da ve yıllardır yaşadığı Brüksel'de her zaman bir şeylerin eksik olduğunu, aslında memleketinin, kendini bir bütün gibi hissettiği yerin İstanbul olduğunu haykırıyordu. Tamam, Yunanistan'a ilk vardıklarında çok zor yıllar geçirmişler, fakat zamanla topluma ayak uydurmuşlardı.
Hatta kıvrak zekâsıyla öne çıkan kuzenim Yunanistan'da tamamıyla asimile olmuş, Atina ve Paris'te eğitimini başarıyla tamamlamıştı; profesyonel olarak ailenin en parlak ferdi konumunu da sağlamlaştırmıştı.
Fakat ondan hiç beklemediğim bir anda travmalarından birini benimle paylaşması beni şaşırttı. Yunanistan'da Ortodoks değil de Katolik mezhebine bağlı olduğu için ayrımcılığa tabi tutulmuş, hatta aşağılanmıştı.
Bu arada Samos-Siros yolculuğu sona ererken okuduğum kitabın bir kısmını bitirmiştim; önümüzdeki günlerde ona gönüllü olarak tekrar dönüp dönmeyeceğim kesin değildi.
Siros'un başşehri Ermoupolis'te uyandığım ilk sabah yine de kendimi Katolik mezarlığına atmaktan alıkoyamadım. Venedik'in adaya hâkim olup Katolikliği yadigâr bıraktığı dönemin izleri günümüzde, özellikle Ano Siros mahallesinde muhafaza edilmişti.
Hafif bir rampayla mezarlığa ulaştım. Herhangi bir görevliye rastamadan içeri girince şansıma mezerların krokisi, yatanların isim listesiyle karşıma çıktı.
Tophane eksenli çocukluk
İstanbul'lu arkadaşımın ricasına uygun olarak giriştiğim araştırmada ailesinin soyadına rastlayamadım, zaten o yüzden mezar taşlarına tek tek bakmak üzere ayrıntılı bir ziyarete giriştim.
Babamın özellikle Tophane eksenli çocukluk ve gençlik anılarında duymaya alıştığım soyadlarından üç tanesine, Bottaro, Della Sudda ve Filipucci'ye rastlamak yeterince hoşuma gitti.
Doğu Roma İmparatorluğu, namıdiğer Bizans'la özdeşleşen Paleologhou soyadının da aynı mezarlıkta ne işi vardı!
Turistlerin pek uğramadığı mezarlıkta temizlikle iştigal eden bir kadına teferruatlı bilgiyi kimden alabileceğimi sorduğumda mezarcının o anda orada olmadığını söyledi.
Ben bu arada mimariye hayran olup fotoğraf çekmeye başladığımdan olsa gerek, kadın bana: " Benim annem Katolik'ti, onun için buradayım, ama Ortodoks mezarlığı çok daha güzel, oraya gitmelisin!" deyince, ifadesindeki hafif küçümsemeyi ister istemez malum dinamiğe yordum.
Neyse ki kadın haksız çıkmadı, aslında ziyaret etmeyi düşünmediğim Ortodoks mezarlığında tarihî mezarlar hem daha fazlaydı, hem de daha şaşaalı. Gözümün önüne Şişli'deki Rum Ortodoks, Feriköy'deki Latin Katolik, hatta yine oralardaki Bulgar mezarlığı geldi, oysa Siros küçücük bir adaydı; acaba Yahudi mezarlığı da var mıydı?
Kendimi ıssız mezarlıkta fotoğraf çekerken buldum yine; uzaktan mezarcı tipli bazı adamlar seviyeli bir biçimde beni izliyor, sivrisinekler güpegündüz kanımı emiyordu.
Adamlara yaklaşıp biraz da muhabbet etmek için aslında Katolik mezarlığında işim olduğunu söyledim; adadaki Katolik Kilisesinin kayıtları tutan rahibine ulaşmamı tavsiye ettiler, adresini ayrıntısıyla tarif ederek normalde beklediğim düşmanlığın zerresini göstermediler.
"Olur mu öyle şey?!"
Aklıma bu defa İstanbul Film Festivali'nin kapanış töreni öncesinde, Kamondo binasındaki bir muhabbet geldi. Etkinliğin Yunanistan'dan gelen nezih bir misafirini bir süredir uzaktan takip ediyor, onunla tanışmaya can atıyordum; derken uygun anın geldiğini düşününce derhal ona doğru bir hamle yapıp Rumca konuşmak suretiyle kendimi tanıttım.
Her zamanki gibi komşudan gelenlerde "Polis"in yerlisi olmanın yarattığı olağanüstü saygıyı tetiklemiş oldum, karşılıklı hararetli bir sohbete giriştik. O andaki muhabbetimize yakından tanık olan, yıllardır tanıdığım festivalin bir diğer konuğu: "A-a-a! Sular seller gibi Yunanca konuşuyorsun! Ben seni İtalyan sanıyordum!" dedi.
"Normaldir" dedim, "işime geldiği zaman İtalyan'ım, işime geldiği zaman da Rum! Küçükken zaten Rum olmaktan dolayı utanır, İtalyan'lığımı daima ön plana çıkarırdım. Bu arada annemin Ortodoks, babamın Katolik olması da ayrı dava, ama ikisi de dindar olmadığı için bu hususta sıkıntı çekmedim; fakat annesi Rum, babası Türk veya tam tersi olan bir çocuğun içindeki çatışmayı tasavvur edemiyorum!" deyince tam karşımızda oturup konuşmalarımıza kulak misafiri olmuş şık bir kadın tepki gösterdi:
"Olur mu öyle şey, hiç öyle bir şey duymadım, benim birçok Rum arkadaşım vardı, bana böyle şeylerden hiç bahsetmediler!"
İlgimin başka insanlara kaydığını gören ve çat pat Türkçe bilse de konuşmaları ayrıntısıyla kavrayamamış Yunanistanlı adam atıldı ve bana şakayla karışık, "Anladım ben seni, sen Konstantinopolis'i yağmalayan Haçlılar'dansın!" dedi.
Türkiye'de ezilmeye alışkın benliğim Siros'ta geçirdiğim ilerleyen günlerde gevşeyerek Katoliklik-Ortodoksluk ayrımını ve sonuçlarını fazla irdelemeye gerek duymadı.
Fakat bir ara müdavimi olduğum restoranda yan masada oturan Ortodoks bir rahip görünce dayanamadım: "Adada Katolikler'le Ortodokslar arasında durum nasıl? İstanbul'da küçükken Katolik rahibeler bize Ortodoks olan annemizin kilisesine asla gitmememiz gerektiğini söylerlerdi..."
Rahip: "Burada öyle bir mesele yok, zaten yüzyıllar boyunca aileler birbirine o kadar karışmış vaziyette ki. Ama Yunanistan'ın mesela kuzeyine gitsen, ben Katolik Rum'um desen, acayip acayip bakarlar..." (RL/PT)