Ölüm çıplak ve evrensel bir gerçek ve insanlık tarih boyunca hep bunun farkında olarak “kaçınılmaz” ile mücadele etmenin stratejileri üzerine ritüeller ve anlamlar üretti, üretiyor. Modern yaşamda ölüm ile baş etme yollarımız çok temelde onu yok sayma/uzak tutma ile ölümün ötesinde bir başka dünyayı tahayyül etme arasında gidip gelir. Korkularımızın ve endişelerimizin çizdiği rotada algı dünyamız mezkûr duraklar arasında sürekli sarkaç hareketi yapar. Sarkacın gezindiği her bir melez noktada ise ölümle ilgili tasavvurlarımız yaşanan çağın ihtiyaçlarına göre değişerek yeniden üretilir. Ölümün ötesindeki dünya/ahiret inancı neticede dinsel inanışların kavramsal çatısı içinde bu dünyayı salt bir “imtihan yeri” kılan ve dolayısıyla fani yaşamın mekânını “geçici”leştiren bir perspektifin parçasıdır.
Ölümü gündelik hayatın ritmi dışına atmak fikri onunla cebelleşmenin kadim stratejilerinden biridir. O yüzden belki de mezarlıklar yaşayanlar için ölülerin gettolarıdır. Biz daha çok yakınlarımızdan birini kaybettiğimizde ölüm gerçeğinin yakıcılığını “hatırlarız.” Orada da yas tutma eylemi, modernitenin hızlı akışı içinde idealleştirilmiş süreçlere sıkıştırılır; biricikliğinden kopartılır.
Ölümle baş etme yöntemlerinden bir diğeri ise şehitlik kavramına referansla yüceleştirilmiş bir dava uğruna ölümün kutsanması elbette. Her “davalaştırılmış” mücadelenin bir “şehit” kategorisi var. Zira şehit olma hali birey için yapabileceği “en büyük fedakârlık” biçimde kutsandığından şehitlerin sayısı dava’nın “haklılığına” kanıt olarak gösterilen bir enformasyona adeta.
Şehitlik mertebesi denilen şey de kişinin kendisinden çok geride kalanları ilgilendiren bir kavram. Dolayısıyla da efsanesi sürdürüldüğü, hatırlandığı ve hatırlatıldığı kadar var. Ölümü “seçme”nin bir eyleme biçimi olamayacağı mekânsal-zamansal bağlamda şehitlik de adeta anlamsızlaştır; içi boşalır. Örneğin dış dünyadan tümüyle yalıtılmış Nazi toplama kamplarında kitlesel yok ediş, “teknik bir işe” dönüştürülürken ölüm de anonim hale gelmiştir. Tam manası ile bir insanı öldürmek ile bir böceği ezmek arasında herhangi bir farkın olmaması hali… Böylesine bir durumda “şehitlik” kavramı da anlamını yitirir. Hiçliğin dünyasında ölümün hikayesine ihtiyaç yoktur.
Ölü beden üzerinden ayrımcılık
Bu topraklar ölüm ile kurulan ilişkinin bir yanıyla geleneksel kültür diğer yanı ile ise modernite tasavvurunun etkisi altında olduğu ise muhakkak. Ölüm karşısında tevekkül sahibi olmak, kültürel kodlarda bir “erdem” ve kabullenme biçimi olarak çoktan yer etmiş durumda. Moderniteyle birlikte ise ölümü kavrama değil daha çok ölüm karşısındaki duruşun dönüştürülmesi gündeme geldi.
Modernite ile ulus-devletleşmenin çalıştığı bağlamda “vatan için ölme”nin “makbul bir kalıp” haline getirildiğini biliyoruz. Şehitlik kategorisi “şehitler için değil geride kalanlar içindir” saptaması Türkiye bağlamında da geçerli. Bu topraklarda devlet nazarında şehitlerin yeniden keşfedildiği zamanlar hep “şehit” verilenlerin arttığı dönemlere tekabül eder. Örneğin Kurtuluş Savaşı’nda ölenleri hatırlamak ve şehitlikleri onarmak Kore Savaşı sırasında akla gelir ya da Kore’dekiler Kıbrıs’ta, hepsi birden PKK ile yürütülen savaşta… Tabi bu esnada devletin “şehitlerini” kategorize ettiğini de unutmayalım. “Rutin vazifesi”ni yaparken şehit olan ile “terörle mücadelede” şehit olan hiç aynı kefeye konur mu!
Modern devletler savaşlarda kendi için savaşıp ölenleri “şehit” kategorisine koyarken öldürdüğü bedenleri de düşmanlaştırmayı sürdürdüğü aşikâr. PKK ile TSK arasındaki mücadelede biz bunun birçok örneğine tanıklık ettik.
Çatışmada ölen askerler bayraklara sarılmış tabutlarla ve askeri, sivil devlet erkânının katılımıyla defnedilirken gerillaların ölü bedenleri kimi zaman üst üste yığılarak propagandanın nesnesi haline getirildi ya da öylece düştüğü yerde bırakıldı. Bir komutan gerilla cenazesini kastederek anneler çocuklarını “leş toplamaya” göndermedi bile dedi.
Oysa her savaş kendi şehitlerini ve şehitliklerini yaratır. PKK’nın da “şehitleri” ve “şehitlikleri” olduğu gerçeğinden savaşın diğer cephesinde hala çok haberdar değil. Geçenlerde Radikal’de Tuluhan Tekelioğlu imzalı haber sayesinde öğrendik ki barış sürecinde PKK, Kato dağı ve etrafındaki yaylalara giriş yasağı kaldırılınca ölüleri için mezarlıklar yapmaya başlamış. Tekelioğlu’nun konuştuğu gerilla çatışmadan sonra ölen arkadaşlarını gömdükleri yeri unutmadıklarını ve sonrasında onların cenazelerini inşa ettikleri kabristanlara getirdiklerini anlatıyor ve ekliyor “mezarlıklarımız özgürlük mücadelemizin simgesidir.” Öte yandan “barış süreci”ndeyken ülkenin bir yanında PKK’lılara ait mezarlıklar “kimliği belirsiz kişilerce” tahrip ediliyor.
Acıyı paylaşmak
Tüm bu farklı gerçeklikleri görerek ve “şehitlik” kavramını yeryüzünden bir çırpıda silmenin mümkün olmadığını da teslim ederek barış adına bir adım ileriye gitmemiz mümkün mü? Hayatımızdan şehitlikleri çıkarmak olası değilse de şehitler ve şehitliklerin anlamsal ve çağrışımsal dünyasını değiştirmek imkânsız değil. Bir kez bize iktidar odaklarınca sunulan pattern’lerin geçerliliğini sorgulamaya başlarsak eminim arkası gelecek.
Ölüm üzerinden saflaşmak ve ölümü kategorileştirmek hepimizin evrensel gerçeğini askeri mühimmata dönüştürmekle eş. Şehitlikleri ve şehit anlatılarını, “düşmanları” ve “düşmanlıkları” hatırlatan, intikam ve kitlesel öfke duygusunu üreten nesneler kılmak yerine taraf ayırımı yapmaksızın şiddetin ve savaşın lanetlediği hatırlatıcılara dönüştürmek bir hayal değil. Barışmaya, birbirimizin acılarını, travmalarını anlamaya mezarlıklarımızdan başlayalım… Gettolaştırdığımız dünyada bir daha böylesine ölmemek ve öldürmemek için milyonlarca neden var bize dair. (GGÖ/HK)