*Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın (TİHV) düzenlediği Salgın Sonrası Dönemde İnsan Hakları Gündemi Sempozyumu'nda sunulan bildiriler kitaplaştırıldı. Kitaptan, Deniz Bayrak imzalı "Mezarlıklara yapılan saldırılar: İnsan hakları açısından bir inceleme" başlıklı sunumu yayınlıyoruz.
İnsan ile diğer canlılar arasındaki ayrımı oluşturan şeylerden birisi, insanın ölüsünü gömmesi, kendisinin de bir ölümlü olduğunun farkındalığıyla yaşıyor olmasıdır. İnsan, kendisinin ve yakınlarının ölümlülüğü karşısında, hatırlamak ve/veya hatırlanmak için mezarlıklar oluşturmuştur. Bu mezarlıkların başında hem kaybettiğinin anısını canlı tutmak için hem de kendi yasını tutmak için dualar okumuş, taziyeler düzenlemiştir. Ölüler tam da bu yüzden sadece birer bedenden, mezarlıklar da altında ölü bir bedenin bulunduğu topraktan ibaret değildir. Bir ölü bedene veya mezarlığa baktığımızda, onunla ilgili yaşanmışlıklara, onun hayata bırakmış olduğu mirasa da bakarız. Mezarların üzerinde yazan "...nın sevgili eşi", "...nın annesi/babası" gibi yazılar veya şiirler, onların yaşamış oldukları hayatta bıraktığı izleri bizlere anımsatmak için yazılmış olan yazılardır. Bu noktadan baktığımızda, mezarlıklara yönelik herhangi bir saldırı, sadece mezar taşına yapılmış bir saldırı değil, mezarlıkta bulunanın bırakmış olduğu mirasa yapılmış bir saldırıdır.
Garzan Mezarlığı
Yakın tarihimizde gerçekleşmiş olan Garzan Mezarlığına yapılan saldırı, bu durumun en çarpıcı örneklerinden birisidir. 19 Aralık 2017 tarihinde Bitlis'te bulunan Garzan Mezarlığı iş makineleriyle tahrip edildikten sonra, cenazelerin ailelere haber verilmeden kimlik tespiti için İstanbul Adli Tıp Kurumu'na götürüldüğü ve örnekler alındıktan sonra Kilyos Kimsesizler Mezarlığı'nda bulunan kaldırım diplerine, defin mevzuatına uymayan bir şekilde 50 metrekarelik alana 261 cenazenin plastik kaplar içinde konulduğu bilinmektedir (ÖHD 2020).
Garzan Mezarlığı'nda 90'lı yıllar boyunca çatışmalarda hayatını kaybeden, öncesinde toplu mezarlara gömülmüş olup 2013 yılında bu toplu mezarlardan çıkartılarak ailelerin defnetmiş olduğu PKK militanlarının cenazeleri bulunmaktaydı. Ayrıca Kobanê'deki savaşta hayatını kaybetmiş olan YPG ve YPJ'ye mensup militanların cenazeleri de bu mezarlığa defnedildi. Ölü bedenlere, cenaze törenlerine ve mezarlıklara yönelik saldırıları, çağdaş siyaset kuramı tartışmalarında ortaya atılan "nekropolitika" kavramı üzerinden ele alabiliriz. Bu kavramsallaştırmayı kendisine borçlu olduğumuz Achille Mbembe'ye göre, Foucault'nun "egemen iktidarın simgelediği eski öldürme gücünün yerini artık bedenlerin yönetimine ve yaşamın hesapçı bir biçimde işletilmesine bıraktığı" (Foucault 2018, 99) düşüncesi doğru ama eksiktir. Mbembe egemenliğin nihai ifadesinin kimin yaşayabileceğine ve kimin ölmesi gerektiğine karar verme gücünde ve iktidarında yattığını söyler (Mbembe 2020, 9). Egemen, ölümün nasıl, nerede, hangi koşullar altında olabileceğinin hükmünü verecek şekilde kendini konumlandırmakta, gücünü buradan almaktadır. O aynı zamanda, ölümünü her bakımdan belirlemiş olduğu kişinin nereye gömüleceğine, öldükten sonra ona nasıl bir muamele 91 yapılacağına, ritüellerinin nasıl olacağına dair de iktidar alanı yaratır. Egemen burada hem yaşamı hem de ölümü düzenlemektedir.
Yas insanlarla ilgilidir
Judith Butler'a göre de bazı yaşamların yasları tutulabilirken, bazılarınınki tutulamaz kılınmıştır. "Eğer şiddet gerçekdışı olanlara uygulanıyorsa, bu yaşamları yaralamayı veya yadsımayı başaramıyor demektir, çünkü bu yaşamlar zaten yadsınmışlardır. Fakat tuhaf bir şekilde canlı kalırlar ve dolayısıyla tekrar (ve tekrar) yadsınmaları gerekir" (Butler 2018, 48). Yası tutulamayacak olanlar, yaşamları boyunca da insandışılaştırılmış olanlardır. Zira yas insanlarla ilgilidir; eğer bir kişinin yası tutulamıyorsa o kişinin yaşamı da insan yaşamı olarak görülmüyor demektir. Dolayısıyla onlar hem yaşarken hem de öldükten sonra her türlü şiddetin hedefi olabilirler. Bu insanlar, ölü olsalar dahi egemenliği bir şekilde tehdit ederler, hala oradadırlar. Gücünü ölümün karar merciinde bulan ve yası tutulamayacak olanları işaretleyerek güçlendiren egemen, şiddetin hedefi olan ölüyü de kendisine bir tehdit olarak görür. Mezarlıklara yapılan saldırılar, tam da buradan bakıldığında politik bir anlam taşır.
Garzan Mezarlığı'na defnedilmiş olan kişiler, egemen açısından yası tutulamayacak olanlardı. Oysa insan hakları perspektifinden tüm insanlar eşittir, insandır. Peki, insan hakları açısından mezarlıklara yapılan saldırılar ne ifade eder? Bu konuyu ölenler ve yaşayanlar açısından iki farklı perspektifle ele almak mümkün görünmektedir. Normatif olarak haklardan söz ettiğimizde, ilk akla gelen 'yaşayanlar' ile ilgili haklar olmaktadır. Ben burada ölmüş olanların da hak sahip olup olmadığını sormak istiyorum. Yaşayanlar gibi ölülerin de hakları var mıdır?
Ulusal ve uluslararası mevzuatlar
Ulusal mevzuata baktığımızda, kişi olmak doğumla başlar ve ölümle biter. Kişi olmak aynı zamanda hak taşıyıcısı olmaktır. Buradan hareketle hak taşıyıcısı olmak için yaşıyor olmak gerekir. Diğer bir deyişle, kişi ile eşya arasındaki ayrım uyarınca kişiye atfedilen hak taşıyıcılığı, yaşamın devam ediyor olması koşuluna bağlıdır. Ölü olan, bundan sonrasında yaşamına devam etmediği için hak talebinde bulunamaz, hakları ile ilgili eyleyemez ve bundan dolayı hak ehliyeti yoktur. Bu eylemleri yapamayan bir varlık, hak taşıyıcısı değildir.
Nitekim ibadethanelere ve mezarlıklara zarar verme suçu "mal varlığına karşı suçlar" başlığı altında düzenlenmiştir. Mezarlıklara yönelik herhangi bir saldırı olduğunda açıkça zikredilen tek bölüm, bu bölümdür. Mezarlık ailenin malı olarak değerlendirip saldırılar mala yönelik saldırı olması bakımından yargılanmaktadır. Fakat bir yandan da "Şerefe Karşı Suçlar" bölümünde ölen kişinin haysiyetine ve onuruna yönelik hakaretten söz edilmektedir. Kişi öldükten sonra kişi olma halini, hak taşıyıcılığını kaybediyorsa, nasıl onura ve haysiyete sahip olabilir? Eğer kişinin öldükten sonra dahi onuruna ve haysiyetine karşı saldırı yapılabiliniyorsa, kişiliğin tamamıyla son bulmadığını söyleyebiliriz. Kişiliği tamamen son bulmadıysa, hak taşıyıcılığı da devam ediyor demek mümkündür.
Uluslararası mevzuatta ise, mezarlıklara yapılan saldırılar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 8. maddesinde yer alan "özel hayat ve aile hayatına saygı" kapsamında ele alınmaktadır. Hem ulusal hem de uluslararası mevzuata baktığımızda normatif alanın esasen yaşayanlar ile ilgili olduğu görülmektedir. Oysa ben bu alanın eksik olduğunu ve ölünün haysiyet ve onur taşıması bakımından hak taşıyıcısı olarak düşünülmesi gerektiğini söylemek istiyorum.
"En vahşi manzara"
Mezarlıklara yapılan saldırıların, geride kalanlara yönelik bir hak ihlali olduğunu söylemek, hakların yaşayanlarla ilgili olması bakımından daha kolay gözükmektedir, ancak bu saldırılara ilişkin açık düzenlemelerin yer aldığı bir madde bulunmamaktadır. Daha önce belirttiğim gibi, yargılamalar özel hayata ve aile hayatına saygı kapsamında yapılmaktadır. Garzan Mezarlığı'nda yakını bulunanlara yönelik işkenceden söz etmenin mümkün olup olmadığını tartışmak da ayrıca önem taşımaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi6 işkenceyi yasaklamıştır; ancak her iki belge de neyin işkence olduğu ve olmadığına ilişkin net ibareler içermemektedir. Bununla birlikte, kayıp davalarında yaşanan durumun işkence olarak kabul edilmesini sağlayan unsur, "zamana yayılmış çaresizlik duygusu" (Altıparmak 2015) olmuştur. "Bu davalarda, kaybın başvurucuyla olan aile bağı, aile mensubunun olaya nasıl tanık olduğu, daha sonrasında konuya ilişkin bilgi almak için yaptığı girişimler ve buna yetkililerin nasıl cevap verdiği dikkate alınmaktadır" (Altıparmak 2015). Garzan Mezarlığı'nda yaşananların zamana yayılmış bir çaresizlik durumu olarak ele alınması mümkün görünmektedir. Mezarlıkta bulunanların yakınları cenazelerini almak için uzun süre uğraş vermiş, cenazelerinin akıbeti ile ilgili ilk etapta bilgi alamadıkları ve yetkililerden net bir cevap alamadıkları için çaresizlik içine düşmüşlerdir. Aileler, cenazelerini alıp alamayacaklarına dair uzun süreli kaygı yaşamışlardır ve halen de yaşamaktadırlar. Hala daha cenazelerini alamamış aileler söz konusudur. Cenazesini alabilen annelerden birisi 6 Mayıs 2021'de Yeni Özgür Politika'ya verdiği demeçte, gördüklerini "bugüne kadar gördüğüm en vahşi manzaraydı" şeklinde tarif etmektedir. Kendisine ve kızının cenazesine uygulanan şiddeti bir vahşet olarak tanımlayan bu kişi açısından onun işkenceye maruz kaldığını söylemek mümkündür.
Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Komitesi ise işkencenin sistematik olmasını "belli bir zaman diliminde tesadüfi olarak değil, daimi, yaygın ve kasten meydana geldiğinin görüldüğü" durumlar olarak tanımlamaktadır (Öndül 2004). Garzan Mezarlığı'nda gömülü olanlar, Garzan Mezarlığı'na defnedilmeden önce toplu mezarlara konulmuş, yol kenarlarına atılmışlardı. Aileler, cenazelerini toprağın içinden çıkartarak kendilerine yeni bir mezarlık kurmuş ve Garzan'a defnetmişlerdi. Bu cenazelerin tekrar çıkartılıp Kilyos Kimsesizler Mezarlığı'na gömülmesiyle aynı ölü, üçüncü kez gömülmüş oldu. Aynı cenaze sahibi, aynı acıyı üçüncü kez yaşamıştır. Burada daimi bir süreçten söz etmek mümkündür. Garzan Mezarlığı'nın dışında, aynı bölgedeki birçok mezarlığın tahrip edildiği, bombalandığı bilgisi neredeyse her gün haberlere düşmektedir. İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi'nin düzenlemiş olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi 2020 yılı İnsan Hakları İhlalleri Raporu'na göre 2020 yılında yaşamını yitiren örgüt militanlarının defin edildiği mezarlıklar en az 8 kez tahrip edilmiştir. Burada bir topluluğa yönelik daimi bir saldırı söz konusudur diyebiliriz.
Ayrıca Minnesota Protokolü'nde ayrıntılı bir şekilde belirtildiği üzere; mezarlıkların açılmasına ilişkin gerekli durumlarda nasıl davranılması gerektiğine dair hiçbir maddeye uygun davranılmadığı da yine raporlardan anlaşılmaktadır. Cenazelerin mezarlıktan çıkartılış şekli düşünüldüğünde, bu yapılanların acı çektirmeye yönelik bir kasıt taşıdığı söylenebilir. Tüm bunlar değerlendirildiğinde, hem kasıt hem daimilik olması bakımından cenaze yakınlarına yönelik sistematik bir işkencenin varlığından söz etmek mümkündür. Hukuki alana baktığımızda, her ne kadar ölülerin hakkından söz edilmese de, hem ölünün haysiyet ve onuruna yönelik bir hak ihlalinin olduğunu hem de yakınlara yönelik sistematik işkence yapıldığını ve insanlığa karşı suç işlendiğini de söyleyebiliyoruz. Oysa hukuki literatürün söylediğinin tamamen dışında, ölülerimizi gömmek bizim için çok daha farklı bir anlam ifade eder. Ölüyü gömmek ve anmak, hukukun bize söylediğinin ötesinde, toplumsalkültürel bir alan olarak karşımızda durmaktadır. İnsan onuru kavramı, insanlığın mensubu olan özneler olarak tüm insanların eşit hak sahibi olduğu ilkesine bağlıdır. İnsan onuruna yakışmayan tüm durumlar, insan onuruna sahip olmanın ve insanlığın mensubu olma ilkesinin reddi anlamına gelmektedir. İnsan onuruna yakışmayan ihlallere maruz bırakılanlar, bu bakımdan insan onuruna sahipliği reddedilen, insan sayılmayanlardır. Tam da bu yüzden mezarlıklara yapılan saldırılar politik bir anlam taşır.
Şimdiye kadar bir dava açılmadı
Mezarlıklara yapılan saldırılar, insanların egemenler tarafından öteki olarak nesneleştirilmesiyle; onların insan olmayan ve mezarlığına dahi saldırılabilecek bir 'şey' olarak görülmesiyle başlar. Ölüye ve mezarlıklara yapılan saldırıların haklar açısından okunması gerekliliği tam da burada kendisini dayatır. Burada, yasaların henüz kapsamadığı bir alanda ihlaller yaşanmaktadır. Haklar, ihlaller yaşandıktan sonra ortaya çıkar. Önce ihlalin varlığını görürüz, ihlali yaşarız, daha sonra o ihlali bir daha yaşamamak için haklarımız olduğunu söyleriz. Garzan Mezarlığı'ndan hareketle, bu sunumda anlatılmak istenen tam da budur; mezarlıklara yapılan saldırılar ihlaldir.
Ötekileştirme ve nesneleştirme, beşeri bir yasaya dahi ihtiyaç duymadığı kabul edilen bir alana saldırıya neden oluyorsa, bu konunun haklar açısından tekrar konuşulması önem taşır. Şu ana değin anlatmaya çalıştığım konulardan farklı olarak vurgulamak istediğim son bir konu daha var. Garzan Mezarlığı ile ilgili şimdiye kadar bir dava açılmış değil. Avukatların yaptığı tüm başvurulara "soruşturma izni verilmemektedir" şeklinde cevaplar gelmektedir. Garzan Mezarlığı'na yapılan saldırılar ve yaşanan/tanık olunan ihlallerle ilgili, bırakın insanlığa karşı suç, işkence gibi konularda bir yargılamanın yapılması, orada bulunan kamu görevlileri ile alakalı bir soruşturma bile henüz açılmış değildir. Cezasızlık politikası kendisini mezarlıklara yönelik saldırılarda da göstermektedir. Garzan Mezarlığı'nda yaşanan ihlallerin bir daha gerçekleşmemesi, saldırılar sonucu yaşanan tahribatın sağaltılması ancak bir barış ortamında gerçekleşebilir.
(DB/AÖ)