Agos’un önünde çoğu insan sessizce ağlıyordu, yanımdaki arkadaşım onun yanındaki sakallı adam da ağlıyordu. Hrant Dink’in öldürülen bedenine sahip çıkan insanlar, herhangi bir örgüt, parti, grup, hizip çağrısı olmadan kendiliğinden bir araya gelmiş, Ermeni olduklarını haykırıyordu. Başka bir söz yoktu, başka bir slogan yoktu, sadece herkes Ermeni idi. Katledilmiş bedenin arkasından yürüyen binler ve sahiplendikleri söz beni beyhude bir hayale düşürmüştü. Bundan sonra hiçbir şey aynı kalamazdı; artık soykırım denilince sadece Kızılderililer hatırlanmayacaktı, artık ırkçılık denilince sadece “karaderililer” anlaşılmayacaktı. Öyle ki öldürülen ve sürülenlerin torunları evlerine çağrılacaktı; yeterince ev yapmıştık, onların evlerinin kapısı açıktı, mallarına sahip çıkacaklardı, biz davetsiz misafirler ve ülkenin yerlileriyle bu ülke hepimize yeterdi. Belki isimleri karıştırmadan arada kırgınlıklarımız kavgalarımız olacaktı, aşklar yaşanacaktı, kapı önlerinde dedikodu yapacaktık, bunlar hayatın cilveleriydi.
Bütün suçları günahları üstlenmeye hazırdım, yeter ki birbirimizin şarkılarını beraberce söyleyebilseydik. Olmadı. Her şey daha kötüye gitti, Miryokefalon’da* Anadolu’da Türk hâkimiyetini kurmakla övünenler, 831 yıl önceki zaferlerini kutlamayı sürdürdüler. Miryokefalon’a Türkçe bir isim bulamamışlar, Yunanca binlerce kesik başı anlattığını bilmiyorlardı, hoş bilseler de utanmak yerine barbarca bir gurur duyarlardı. Yüzlerce yıl sonra ellerden aldıkları silahlarla dünya fatihi olma hayalleri kuruyorlardı zaten yeryüzü dümdüzdü, her yere ulaşırlardı. Çaldıkları topraklarda sıkışıp kalacaklarını, çokuluslu egemenler izin vermeden burunlarını dışarı çıkaramayacaklarının farkında değillerdi. Hiçbir iyilik karşılıksız kalmazdı bunu bildiklerini sanıyorlardı ama hiçbir nefret de karşılıksız kalmazdı, bilmiyorlardı. Nefret edilenlerin asiliğine şaşırıyorlardı, onları vefasızlıkla suçluyorlardı. Kötü oldukları kadar bilgisizdiler, Diyojen, Yunanlı diyerek heykeline parçalamak istemişlerdi, heykelin olduğu Sinop’un Yunanca isimli olduğundan habersizdiler. Diyojen yıkılırsa Rum diyarının izi silinecek sanıyorlardı. Bölünmemiştik ama incilerimiz dökülmüştü.
Taybet ananın ölüsü yedi gün evinin önünde sokakta kaldı, yakınları dışarı çıkamadı. Ölü çocukların bedeni kokmasın diye günlerce buzdolabında saklandı. Zırhlı aracın öldürdüğü Pakize Hazar’ın çarşıdan gelen seksen yaşındaki kız kardeşinin eline siyah bir poşet tutuşturup, kardeşinin etrafa dağılan bedenini toplamasını istediler. Gizli saklı yapılan onlarca zalimlik ortaya çıktıkça gizlemeden pervasızca kötülüklerini sürdürdüler. İşinden edilen iki insan ölüme yatalı iki yüz günü geçmişti; yedi ay kaç hafta ederdi saymayı şaşırmıştık. Kendi nafakalarından kesilen paralarla alınan insansız silahlarla sivillerin öldürülmesini, meydan muharebesi kazanmış gibi sevinçle alkışlıyorlardı.
Sadece öldürme zevki ile tatmin olmayanlar, ölülere saldırmaya başladılar. Hatun Tuğluk’un mezarının başında “Ermeniler defolun,” diye, bağırdılar, izini silmeye çalıştıkları Ermenilerin adını andılar. “Buraya Kürdü, Aleviyi, Ermeniyi gömdürtmeyiz,” diye, bağıranları izleyenler, iyilik adına bu sözü unutturmaya çalıştılar. Bazıları, "tezgâh işe yaradı," analizleri yaptılar, ayıplamaya bile üşendiler. Öne sürdükleri oyunlara düşmemeyi akıllarına getirmediler, hangi tezgâh insanı “gömerseniz de çıkarırız parçalarız,” yırtıcılığına zorlayabilirdi. Hangi aklı başında insan yaşlı bir kadının mezarını, ölü bedenini parçalama oyununa düşebilirdi. Elli kişi traktörlerle gelmişti, polislere “abi” diye sesleniyordu, “biz bu kirli işleri yapmayız” deseler, kim engel olacaktı. Oyunu bozmak bu kadar basitti. Zulmün bahaneleri çoktu.
Ölü bedenlerle ders vermek isteyenlerin ölümden haberleri yoktu. Doğumla ölüm arasına sıkışmış kendilerine hediye edilen kısa yaşamlarını etrafı kirletmekle harcıyorlardı, cesetlerinin paylaşamadıkları toprağa karışıp yok olacağından habersiz gibi davranıyorlardı. Mezarlıktaki selviler kimlik sormadan büyüyorlardı.
Biz “hain Türkler” Miryokefalon’u okul kitaplarında unutmuşken paralizi** olmuş, sessizce utancımızdan yerin dibine geçmek istiyorduk. Bizleri “Ermeni dölü” olmakla suçladıklarını zannederken biz çoktan Ermeniliği seçtiğimizi bağırmıştık. Zaten iki elin parmakları kadar kalmışken, üstümüz başımız barbarlığa bulaşıyordu, temizlemek istedikçe çırpınıyorduk. Bölünmemiştik, lime lime dökülüyorduk. Bölünmemiştik, parçalarımızı dağıtıyorduk. (OM/HK)
* Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan ile Bizans imparatoru I. Manuel Komnenos arasında, Denizli Çivril Düzbel geçidi yakınlarında Miryokefalon'da (Myriokephalon) yapılan savaş.
** İnme