Öykü zordur. Zira anlatıcısına öyle uzadıya vakit tanımaz; kimi kısa, kimi sade, kimi de vurucu olmayı gerektirir. Belki de biraz şiir... Öykü, bakma, çekip çıkarma işidir… Hayatı besler, çünkü çoğunlukla hayattan beslenir.
Ahmet Büke, öykünün incelikli isimlerinden. İyi yazarlık gayesiyle değil, iyi insan olma gayesiyle ve kendini her şey için sorumlu görerek yazıyor. Onu iyi bir öykücü yapan da bu.
Hayatın dokunduğu her şey, Büke’nin öykülerinde okura bir kez daha sezdiriliyor. Yavaş yavaş. Çoğunlukla da tanıdık bir temasla. Sürate ve galiba belleksizliğe, yitirilmişlere karşı…
Şimdi Ahmet Büke, öykücü Ahmet Büke bir ilk roman olan Mevzumuz Derin’i yayımladı. Kitap, ilk olarak ON8 Blog’ta “Bedo’nun Kitapları” ismiyle tefrika edildi, daha sonra matbu bir romana dönüştü.
İyi öykücünün iyi roman yaratması elbette ki mümkün. Böyle bir sürü örnek var. Mevzumuz Derin’i elime ilk aldığımda, ki bence matbu olması bundan sebep olabilir, ama neden, neden roman diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Acaba Büke öykücülüğün türsel imkânlarıyla alakalı bir süreçten mi geçmişti, Mevzumuz Derin bir arayış mıydı? Ama okudukça öykücü Ahmet Büke, o bildik sesiyle beni ikna etti. Eminim ki bu birçok okuru için geçerli olacak.
Mevzumuz Derin, Büke’nin hayata ve insana dönük arayışında bir an. Öncesiz, sonrasız; her zamanki samimiyetiyle… Kitabın bir yerinde, kahraman Bedo’nun sesi, Büke’nin sesine karışıyor gibi: “İnsanı anlamak mağarabilimle uğraşmak gibi galiba. Bir odacığı öğrenmek, öteki koridorda kaybolmayacağın anlamına gelmiyor.”
Ayrıca bu ilk roman Büke’nin kendi kişisel tarihinde değişen bir ânın da tanığı. Onun İzmir’deki hayatından yazıldı. Belki de bu yüzden İzmirli, kim bilir…
Mevzumuz Derin, romanın yapısal karakteri içerisinde yitmemiş bir roman, onun her satırına öykücünün soluğu eşlik ediyor. Karakterler yaşıyor, romanın İzmir’i yaşıyor ve belki siz de o İzmir’i yaşadınız, yaşıyorsunuz. Belki o şarkıyı zaten dinliyorsunuz…
Romanın esaslı kişisi, anlatıcı Bedrettin, namı diğer Bedo. İzmirli, ki bu onu tanımlayan en can özelliği, 18 yaşında, üniversiteye hazırlanıyor. Yaşıtları gibi yaşıyor; Convers giyiyor, Muse dinliyor ve Nehir adlı bir genç kadına âşık. Bedo’yu ayrıştırdığımız bir özelliği var: Yalnızlığına ve kitaplara çok düşkün.
İlk bölümünde Bedo’nun az biraz kendisini, ailesini, arkadaşlarını, bildiği İzmir’i tanıyor, onunla ufak bir İzmir turuna çıkıyorsunuz. Bu İzmir, eski İzmir. Varyant’tan aşağı iniyor, Eşrefpaşa otobüsünü kaçırıyor, Kemeraltı’nın pasajlarına dalıyorsunuz. Her yer deniz… Her yer esinti…
Bedo, gittikçe tektipleşen büyükşehirli insan dokusundan bambaşka, çoğumuzun bilmediği bir çeşitlilik içerisinde yaşıyor. Belki de bu İzmir’in henüz bozulmamış, Büke’nin de iyi analiz ettiği karakterinden geliyor. Her bir karakter, söz ettiğimiz farklılıkla birlikte birtakım kişisel derinliğe de sahip. Mevzumuz Derin’i mühim yapan özelliklerden biri bu. Belediye otobüsü şoförü anne, emekli kütüphane müdürü, mutat kitapkurdu dede, yazarlık için tıp fakültesini bırakmış, sonra naifliğinden küsüp kitapçı olmuş İsmet Amca, Çingene Barbaros, namıyla Barbo, Karataşlı Yahudi Madam Pi, onun hafif çatlak kızı…
“Herkesin bir sırrı var bu hayatta”, işte dedenin ettiği bu söz, kitabın esaslı sözlerinden… Ve bir çeşit başlangıç, kadim bir başlangıç… Bedo’nun bir genç olarak yaşamı sorgusunun, “galiba sadece kitaplar sayesinde bütün olup bitenlere bir anlam verebiliyorum” demesinin ötesi… Evet, kitaplar esaslı yol göstericileri… Peki hayat? Hayat galiba bir sıyrılıp onu yaşadığına bakmakla anlam kazanıyor. İşte Bedo da tam böyle yapmaya düşüyor. Gündelik olayların anlamlarını sorguluyor. Yaşamı, ölüm üzerinden soruşturuyor ve ona sarılıyor.
“Oysa beni en çok çarpan şey sonuydu. Ölmüş. Öyle ölüvermiş işte! Ömür boyu bir adamın onu sevdiğini, ona saatlerce şiir kasetleri okuduğunu … bilmeden ölmek. Ölüp gidivermek…
“Herkes ölüyor. Babam öldü. Muhabbetkuşları da ölür. Ölür lan! Onun ne ayrıcalığı var. Pat, diye düşer tünediği yerden. Kanat çırpar bir iki.”
Ama “Ölüm fikriyle çok yaşayamıyor insan”! 18 yaşın, hayatın önemli hakikati bu… İşte tutunmanın, günlerin peşine düşmenin manası burada...
Sonra, Bedo kendini var etmiş, şimdinin ardındaki sırrın peşine düşüyor, düşürülüyor.
Mevzumuz Derin’de olay örgüsü anne, dede ve baba arasında örülüyor. Bedo bu süreçte aile bağlarını gözden geçiriyor. Anne olarak kocası gemi kazasında ölmüş, oğlu ve yaşam arasında kalmış, yaralı bir kadın görüyoruz. Büke, anneliğin toplumsal kuruluşuna dikkat çekiyor ve bununla yetinmeyip, oğul olmayı deneyimleyen Bedo üzerinden erkekliğin hegemonik kurulumunu ifşa ediyor. Ayrıca başka tür erkeklik kurulumunun, bunu oğulluk bağlamında yapıyor, mümkün olabileceğini gözler önüne seriyor.
“Annem hastaneye kendini atınca yapıyor bunu. Gecesine kavuşuyor. Örtüyor sırtını dünyaya. Ama o örtündükçe ben açınıyorum sanki. Anne oğul olmak tek kişilik battaniyeyle kar altında beraber uyumaya benziyor. O ara verdikçe hayata, ben üşüyorum. … Biliyorum, güçlü olmaya çalışıyor. Biliyorum, bu mola hakkını arada bana vermek istiyor.”
Annesinin mücadelesine tanıklığı, Bedo’yu yaşama da tanık ediyor.
“Aslında çoğu deneyimi bilmek istemiyorum. Denenmişleri var nasılsa önümde. Otobüste, yolda, okulda benden önce bu dünyaya gelmişlerin gözlerini, kamburlarını ve içlerini görüyorum. … Basınç –ben ona zaman diyeyim- yamru yumru etmiş hepsini. … Deli gibi fazlasının da peşindeyiz zamanın.”
Babanın keşfi, 80 sonrası siyasi hayata götürüyor okuru. Ailenin hikâyesi bir onurlu olma, insandan taraf olma hikâyesine dönüşüyor. Baba, Bedo için henüz bilinmeyen, ancak tanındıkça devletle özdeşleşiyor. Önce annenin ağzından babayı dinliyoruz. Bu sadece babanın hikâyesi değil, başka olmayı seçen anne ve dedenin, Türkiye’nin 1980 sonrası kanlı döneminin de hikâyesi.
Büke, hayatın seçimler üzerine kurulu olduğunu bir kez daha gösteriyor. Her seçim kendi içerinde, onu seçen için meşruiyet taşıyor. Ancak bu onun doğruluğu ve adaleti barındıran olduğunu göstermiyor. Bedo’nun annesi ve babası kendi seçimlerini açıkladığında bunu tekrar görüyoruz. Çünkü ikisi de geçmişte kendince haklı. Ama bu gerekçeler seçimlerin sonuçlarını ortadan kaldırmıyor ve başka bir geçmiş yazamıyor.
Bedo’nun anne ve babasının seçimlerini anlamaya çalışması ve kendi kararına yol alması bir çeşit hakikat arayışı olarak göze çarpıyor. Büke bu bölümü oldukça incelikli kaleme almış. İktidarın üretildiği ve sürdürüldüğü mikro yapılar gündelik bir çarpıcılıkla göz önüne seriliyor. Şiddet kültürü ve onun ardındaki militer kurumlar, erkeklik pratikleri deşifre ediliyor.
Mevzumuz galiba şimdilik onur… Eklemlenmemenin, iyi insan olmayı seçmenin onuru… Ve hiç öyle kolay değil. Bedo şimdilik epey yol katetmiş gibi. Barbo’ya şöyle diyor: “Şu hayatta iki şey öğrendim hayattan abi; devlet ve aile. Kazdıkça dibi bulunmuyor bunların.”
Bedo’nun hikâyesi henüz bitmedi. Aslında yaşadıkça hikâye bitmez…
Onunla daha çok tekel birası içebilir, çorbacı İsmet’te damardan, şırdandan tuzlama yiyebilir, Bergen dinleyebilirsiniz... “Benim için üzülme benim için üzülme…” (ET/HK)