Bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar olarak, geriye dönüp baktığımızda pek de mutlulukla anacağımız bir dönem bulmakta zorlanırız. Hatta eğer sisteme muhalif iseniz, yaşadığınız her ay geçmişten acıyla anacağınız günlerle doludur. Ölümlerin, katliamların yıldönümleri...
Ocak ayı da böyledir, hele ki gazeteciler için yeri ayrıdır, herkesin gözü önünde gözaltına alınıp dövülerek öldürülen Metin Göktepe'nin, devlet kurumlarının el birliği ile öldürülen Hrant Dink'in ve yine kontrgerillanın havaya uçurduğu Uğur Mumcu'nun ölüm yıldönümüdür.
Metin'in öldürülmesinin üzerinden tam 20 yıl geçti. Aradan geçen yıllar acıyı hafifletmiyor elbette ama ard arda yaşananlar insanı serseme çeviriyor. Yeni bir acı bir öncekini bastırıyor ama acılara alışılmıyor. Her yaşanan insanın kalbinde, beyninde bir iz bırakıyor.
90'lı yıllar yaşamımız boyunca tanık olduğumuz, baskının yoğunlaştığı dönemlerden biriydi. Bir gazeteci olarak, kaybedilen insanlara, boşaltılan köylere ve yargısız infazlara tanıklık yapmak zorunda olduğumuz bir dönem.
Tanıklık etmek, haberi gazeteden okumaktan çok daha zor elbette. Gün gelir, okuldan, dernekten tanıdığınız birinin cansız bedeni ile karşılaşırsın, gün gelir dramatik yaşam öyküleriyle ve bunların tümünü kamuoyuna aktarmak gibi bir sorumluluğun vardır. Gelecek baskıyı göze alman gerekir, sansürü delecek yol bulman gerekir, işsizliği göze alman gerekir.
Metin ile yolumuz sokaklarda eylemleri takip ederken kesişmişti. O Evrensel'de ben YeniYüzyıl'da çalışıyordum. İşyerlerinin yakın olması nedeniyle, sadece eylemleri izlerken değil dönüş yolunda da beraberdik. Bizim gazetenin aracını kullanan her arkadaş da Metin'i tanır ve severdi. Neşeli bir insandı ve neşesini etrafına da yayan bir yanı vardı.
Ümraniye cezaevinde dört tutuklunun öldürülmesinin ardından cenazelerini takip etmek için yine beraberdik. Devlet şiddetinin yoğun yaşandığı günler olsa dahi gözaltına alındığında öldürülebileceği aklımıza dahi gelmemişti. Kürt illerinde gazetecilerin sokak ortasında öldürüldüğü günlerdi elbette ama hiç bu kadar yakında hissetmemiştik ölümü.
Şiddetin pervasızlaştığı, cezasızlığın işkencecilere cesaret verdiği günlerdi. Amaç daha fazla sindirmekti. Tahmin ettikleri gibi olmadı. Önce bir grup genç gazeteci sahiplendi Metin'i. Ardından sahiplenenler arasına basından birçok isim katıldı. Duruşmalara gidip-gelmek, soruşturmayı takip etmek daha çok kenetlenmesine yol açtı sokakta haber peşinde koşan gazetecilerin.
Bir gazeteci gözaltına alındığında artık herkes karakolları, emniyeti, valiliği arıyor, meslektaşına sahipleniyordu. Habitat döneminde de polis şiddeti doruk noktaya varmıştı. Bir cumartesi günü, kayıp eylemi nedeniyle üç kişi bir araya gelse onlarca polis saldırıyordu. Zaman zaman gazetecilere de yöneliyorlardı.
Sabah saatlerinde gözaltına alınmak istenen gazeteciler diğer arkadaşlarımızın sahip çıkması ile kurtulmuştu. Öğle saatlerinde caddede 30 kişilik grup halinde dolaşıyorduk, herkes yanındakini kolluyordu. Gazeteye film göndermek gerekirse dahi hep beraber gazetenin aracına gidilip dönülüyordu. Bu sahiplenme, dayanışma belki de yeni ölümlerin önüne geçti.
Elbette bu İstanbul'da yaşayan biz gazetecilerin ölümü bu kadar yakında hissetmesinden kaynaklandı. Zaman içerisinde bu tepki örgütlü hale getirilemediği için ortadan kayboldu.
İçinde yaşadığımız dönem de sık sık 90'lı yıllara benzetilir. Devletin başındakiler "90'lı yıllara geri dönmeyeceğiz" derler, 'Beyaz Toros'lardan söz ederler.
Yaşananlar ise o yılları hiç aratmıyor. bianet editörü Elif Akgül'ün, Metin'in 20. ölüm yıldönümü nedeniyle istediği yazıyı kafamda kurgulamaya çalışırken, Twitter'da bir mesaj gözüme ulaştı. Silopi'de görev yapan DİHA muhabiri Nedim Oruç'un gözaltına alınarak önce bir spor salonuna götürüldüğü, sonrasında ise başka bir yere nakledildiği ifade ediliyor ve #NedimOruçNerede diye soruluyordu.
Bu yazı tamamlandığında ise Nedim Oruç hapishanede bulunan 31. gazeteci olarak listede yerini almıştı bile. Ama bu topraklarda yaşayan insanlar için gözaltında olduğunun kabul edilmesi dahi sevinilecek bir durum halini almıştı.
Şimdi bir kez daha aynı dayanışma ile gazetecilere ve gazeteciliğe sahip çıkmak gerekiyor. Eğer bunu başaramazsak belki hem gazeteci dostlarımızı hem de mesleğimizi kaybedeceğiz. (Mİ/EA)