Gazeteciliğe başlayalı bir ay olmamıştı. Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün Türkiye muhabiri olarak işe başlamıştım. Büromuzun Türkiye temsilcisi Nadire Mater ile birlikte basın özgürlüğü üzerine haberler yazacaktık. Olacak iş değildi; haberciliği kavramada henüz yolun başındayken, bizi bekleyen görev bir meslektaş cinayetini araştırmak olacaktı.
Metin Göktepe öldürülmüştü.
Her gün televizyonlarda resmi açıklamalarla olaya kaza süsü verilmeye çalışılıyordu. Karakollarda ne zaman biri ölse, açılan soruşturmanın kırılganlığından dem vuran, etkilenmesinde hayli hassas devlet büyüklerimiz gibi, yanılmıyorsam dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar da, "duvardan düştü" diyordu.
Bugünlerde de "kendini astı", "pencereden atladı", "kriz geçirdi, başını duvara çarptı" denmiyor mu? Siz hiç herkesten önce harekete geçen resmi bir sözcünün, "Böyle bir şey yaşandı. İlk bulgular karakolda kötü muamele uygulandığı yönünde. Bilgi geldikçe aktarılacaktır" dediğini duydunuz mu hiç?
Bir hafta Metin'in görev yaptığı Evrensel gazetesinde, gözaltına alınıp katledildiği Eyüp Kapalı Spor Salonu'nda, onu son gören meslektaşlarıyla görüşmelerle geçti. Yorucu gelse de, gerçeğin her defasında insanı şaşkına çeviren kırıntılarını toplamak kadar başka bir başlangıç olamazdı. Mide bulantısı, mesleğin ilk tatminlerine karışıyordu.
Sanık polislerin yargılandığı davanın ilk duruşmasını izlemek için Sultanahmet Ağır Ceza Mahkemesi'ne geldiğimizde duruşma salonunun kapısında, "Dava güvenlik nedeniyle mahkememizde görülmeyecektir" gibi bir yazılı açıklamanın asılı olduğu gördük. Sonraları 16 Mart davası gibi, "güvenlik" nedeniyle başka yerlere alınan nice davalara rastlayacaktık. Göktepe dosyasının gezintisi bununla da kalmayacaktı. Aydın'a alınan davanın duruşmasını ise silahlı askerlerin kaynadığı kapalı bir stadyumda gerçekleşti. Ancak davaya duyulan ilgiye diyecek yoktu.
Sonunda yine bu ilgiden olacak Aydın'daki dava "güvenlik" gerekçesiyle bu kez Afyon'a alındı. Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener, o tarihte yaratılan kamuoyu baskısından çekinerek, önce açığa almış olduğu 11 sanık polisi daha fazla görevde tutamadı. Afyon'daki ilgiyi de söndüremediler. Günler öncesi İstanbul'da duruşma hazırlıkları yapılıyor, otobüs kiralanıyor, Metin'in arkadaşları, Evrensel gazetesi ve hak savunucuları otobüsleri dolduruyorlardı.
Afyon'daki kötü muamele ve gözdağı, seri polis barikatları kimseyi yıldırmadı. Gazeteciler 30'u aşkın kez her defasında gidiş geliş 1.400 kilometre yol kat ederek Afyon Adliyesi'nde sadece sanık ve gerçekle değil devletin hak taleplerine nasıl karşılık verdiğine de tanık oluyorlardı.
Derin üzüntülü yoluculukların yerini, bir ölçüde mecburen, ağır ağır eğlence almaya başladı. Otobüste şarkılar, hukukçu-gazeteci arası sessiz sinema oyunu, şakalar, yol yemekleri... Birlikte geçirilen vakit, bir cinayet karşısında herkesi bir ölçüde kararlı kılıyor ve rahatlatıyordu adeta.
Metin'in ölümünden 800 gün sonra yani 19 Mart 1998 tarihinde Afyon Ağır Ceza Mahkemesi kararını açıkladı. Beş sanık polis, "kastı aşan adam öldürme" suçundan 7 yıl 6'şar ay hapse mahkum edildi. Karara itirazlar oldu. Bir polisin cezası 1 yıl 8 ay hapse indirildi. Altı sanık beraat ettirildi. Sanıkların bir kısmı 17 ay hapiste tutuldu. Cezaların tamamlanmasına ise 19 Aralık 2000'de çıkarılan Şartlı Af Yasası engel oldu.
Cinayet davasının sonunda bile, ona başından beri gösterilen ilgiden bir azalma yaşandığını hatırlamıyorum. Üstelik, biz istediğimiz almıştık!
AİHM dahi dosyayı görüşmüş, aileye tazminat ödenmesine gerek görmemişti. Çünkü kamuoyu gerçek etkinliğini göstermiş, sorumlular yerel mahkemede cezalandırılmışlardı. Göktepe Ailesi, ceza davasıyla da yetinmemiş devletin cinayetteki sorumluluğu nedeniyle İçişleri Bakanlığı'na karşı tazminat davası açmış ve kazanmıştı.
Bugün genç insanımız belki, 15 yıl sonraki şartlar altında, Metin için verilen bu güçlü mücadeleyi anlamakta zorlanabilirler. Ne de olsa, hak ihlali ne kadar ağır olursa olsun, devlet sorumluları gizliyor, yargı savsaklıyor, dosyayı bir yerden bir yere gezdiriyor, suçlanan görevlileri görevden uzaklaştırmıyor, sembolik cezalar veriyor-vermiyor. Sonuçta, AİHM mahkum edince rahatlıyoruz.
Dört yıla yakın süren ve Nisan 2000 gibi son bulan yargı sürecinde ortak mücadelenin başarısını bugün kendiliğinden hafızalarda.
Bugünkü dostlarımın çoğunu, Metin'in peşine düştüğümde kazandım. Rapor, araştırma, röportaj, haber... Mesleğe bu acı olayla ısındık. O günün ilişkileri canlı kaldı. Bugün hala zihnimde. Eski arkadaşlara duyduğumuz saygının çoğu o günlere ait.
Bugün Metin'in ölüm yıldönümü!
Metin'in annesi Fadime Ana, bu trajedi karşısında sadece ailesini değil tüm bir gazeteci ve aktivist camiasının bir arada tutmayı başarmıştı. ""Metin'im hayatta olsaydı yine gazeteci olmasını isterdim", "Sizler benim için birer Metin'siniz"...
Metin'in ablası Meryem Türkmen, tüm ailenin 16 yıldır yaşadığı hüznü, insanlığa karşı suçlarda zamanaşımını kaldırmak için uğraşan Toplumsal Bellek Platformu'na omuz vererek gölgeliyor; desteğini esirgemiyor.
Hayatta bıraktıkları mücadele için Göktepe Ailesine ne kadar teşekkür etsek azdır.
Metin, hepimizin! Onu unutmuyoruz! (EÖ)