Türkiye’de basının yıllar boyu geçirdiği evrim içinde yalnız yazılı basının sorunları çıkmaz karşımıza. Televizyonculuğun da dünden bugüne geçirdiği değişim ve dönüşümler üniversite tezlerine, kitaplara, iletişim fakültelerinde derslere konu oldu.
Mülkiyeti gazeteci kökenli insanların elinde olan yazılı basından devlet tarafından 1964’te kurulan Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’na (TRT), 90’larda gazetelerin mülkiyet yapısının değişmesinden özel televizyon kanallarının yayına başlamasına kadar uzun mu uzun bir öyküden bahsediyoruz…
O öykü içinde dikkat çeken en önemli başlıklardan biri bugün gazetecilikte büyük sorunların da temeli olarak kabul edilen “basında holdingleşme” kuşkusuz. Özel televizyonların kurulması televizyonculukta devlet tekelinin kırılması adına sevindirdi ve fakat zaman içinde (içerikte, sunumda vs.) kalitesizliğin yaygınlaşması ve kuralsızlığın bir “kural” hâline gelmesi de herhalde büyük bir hayâl kırıklığı oldu.
Televizyon kanallarının çoğalmasıyla program sayısı arttı, teknolojinin olanakları daha iyi kullanılmaya başlandı. Bunlar kuşkusuz iyi gelişmelerdi ama nitelik azalmıştı. Çok kanallı dönemde magazinleşme ilk sırada gelen sorunlardandı. Söz gelimi, haber bültenlerinin içindeki magazin türü haberlerin payı neredeyse haberle yarı yarıya oldu. Ajitasyon çoğaldı, klişe alışkanlığı başladı. Bağırarak haber sunma dönemi başladı. Türkçeyi doğru kullanma, doğru vurgulama gibi bir dert zaten kalmadı. Tartışma programlarında polemikler hız kazandı. Dezenformasyon tek değil çok kanaldan üzerimize yağmaya başladı. Hakikatten daha da uzaklaşıldı.
Kâr amacı güden bir işletme olan yayın kuruluşlarının “halk bunu istiyor” dayatmasıyla reyting/tiraj odaklı yayınlarından, rekabetten, reklamdan ötürü değil sadece; işin mutfağında “gazeteci” profilinin vitrinde ise spikerlik/sunuculuk kriterlerinin değişip dönüşmesi, sonuçta basın etiğinin kâle alınmaması nedeniyle de bu böyle.
Biraz uzun bir girizgâh oldu ama bugün televizyon dünyasının içinde bulunduğu durumu özetin de özetiyle tarif etmeden herhalde “haber spikerliği” mesleğinin bugün neden bu kadar darbe aldığını konuşamazdık. Ve anlayamazdık, spikerlik yaptığı yıllarda insanların hafızalarına kazınan bir ustanın, Mesut Mertcan’ın gidişiyle neleri kaybettiğimizi.
Usta haber spikeri, mesleğin duayenlerinden Mesut Mertcan’ın gidişiyle “televizyon mahallesinde” kaybettiğimiz aslında nezaketti, saygı ve hoşgörüydü. İnsanların birbirini ezmeye çalıştığı, hoyratlığın her yerde hüküm sürdüğü bu çağda kaybettiğimiz, dayanışmaydı, mücadeleydi.
Bilge insanların dediklerine kulak kabartmak gerekirdi. Zira derlerdi ki, hangi mesleği yaparsanız yapın önce iyi insan olun. İşte farkında olmadan o bilinci yitirmiştik yıllarla.
Kendini güzel konuşmaya adamıştı
Mesut Mertcan yaşamıyla, mesleğine başlangıcıyla, işine duyduğu saygıyla, kurduğu dostluklarla, nezaketiyle, alçak gönüllü tavrıyla o bilge insanlardandı.
15 Eylül 1946’da Çukurova’da başlayan hayat macerasında türlü zorluklarla boğuştu. On kardeşin en büyüğü olan Mertcan; Adana’dan İstanbul’a geldiğinde lise yıllarında bir kızdan hoşlanacak ve bu durum, yaşamında dönüm noktası olacaktı. O hâtırayı şu sözlerle anlatıyor:
“Aynı sınıftan bir kızdan hoşlanmıştım ama sevgi, aşk nedir pek de bilmiyordum. Onu sinemaya davet etmeyi düşündüm. Birkaç gün aynanın karşısında prova yaptım. Cumartesi ders zili çaldı. O okul kapısından çıkmak üzereydi. Yanına gittim. Bütün çalıştıklarımı unuttum heyecandan. Sadece yine Adanalı oldum. O an ağzımdan ‘Kız sinemaya gidek mi?’ gibi bir laf çıktı. Kız tabiî ‘hakkını’ verdi işin. (…) Bu olay benim çok onuruma dokundu. Teyzemin eşi devlet tiyatrosu sanatçılarındandı. Bana ‘Oğlum’ dedi, ‘Çalışmakla düzeltilemeyecek hiçbir sorun yoktur.’ Eniştem bana birkaç tiyatro kitabı verdi. Onları yüksek sesle okurdum.”
Gazi Üniversitesi’nde İngiliz Dili Bölümünde başladığı eğitimini yarıda bırakarak Adana’ya dönmek zorunda kalan Mertcan, Adana şehir tiyatrosuna girecek, o yıllarda gazino ve cambazhanelerde sunuculuk yapacaktı.
Nihayet bu azmi ve çalışmaları işe yaramıştı. TRT’den aldığı “reklam seslendirebilir” belgesiyle yine aynı kuruma yaptığı başvuru değerlendirilmiş, başarıyla geçtiği sınavın ardından da 1974’te TRT Erzurum Radyosu’nda mesleğe başlamıştı.
Çocukluğunda kendi kendine babasının üretip sattığı gazozların sesli olarak reklamını yaptığını anlatan Çukurovalı Mesut Mertcan, kısmen hayâline kavuşmuştu. Ama asıl hedefi haber spikeri olmaktı. Kendini hızla geliştirecekti.
Göreve başlar başlamaz dikkatleri üzerine çekmişti Mertcan. Yine gireceği sınavların ardından günü gelecek merkez Ankara’ya çağrılarak televizyona adım atacaktı. Tek kanallı günlerde bu kez TRT ekranlarından haber bültenleriyle kamuoyunu bilgilendirecekti.
12 Eylül, tüm yaşamını etkiledi
Mesut Mertcan 12 Eylül bildirisini okurken
Sevilen, kulaklarda yer eden, halkın alıştığı bir ses olmuştu artık Mesut Mertcan. Ama hem meslekî hem de tüm yaşamını etkileyen olayı takvim yaprakları 12 Eylül 1980’i gösterdiğinde yaşayacaktı; ülke tarihinde büyük yaralara yol açacak darbenin bildirisi okutulduğunda.
Askerî cunta, belki paniğe neden olmamak belki de onlarca hayatı karartacak ülkenin üstüne bir karabasan gibi çöken darbeyi “meşru” bir zemine oturtmak için halka güven veren bir sese okutmak istemişti bildirisini, bir sivile!..
“Milli Güvenlik Konseyi” bildirisini okumak elbette Mesut Mertcan için bir tercih değil zorunluluktu. Bunu her fırsatta ifade etti. Ancak askerî darbenin faturası yine ona kesilmek istendi. Medya tarafından ise “12 Eylül darbe bildirisini okuyan spiker” diye etiketlendi. Ama herhalde onu en çok inciten olaylardan biri yaptığı bir espri sebebiyle “bildiriyi sarhoş kafayla okudu” söylentileri oldu. Diğeri ise alkol ile ilişkilendirildiği başka bir yalan haber.
“Neden alkol konusuyla yana yana getirildiniz?” sorusunu şu sözlerle yanıtlamıştı:
“1986 yılında Adana’da bir gazetenin temsilciliğini yapıyordum aynı zamanda. Belçika’da sekiz gün süren yoğun programın ardından gazetede bayıldım. Hastaneye götürdüler beni. Orada genç bir muhabir, haber yapmak için fotoğraf çekmek istediğini söyledi. İşi görülsün diye izin verdim. Sonra ‘Mesut Mertcan alkol komasına girdi’ diye bir başlık attılar. Mahkemeye gitmek için Daire Başkanıyla görüştüm. O da bana ‘Hayır. Halk akıllıdır. Zaten sen bir gün önce çıktın haber okudun televizyondan’ dedi.”
30 yıl sonra yeniden TRT’de
Mesut Mertcan 1987 yılında TRT’den istifa ederek Sosyaldemokrat Halkçı Parti’den milletvekili adayı oldu. Seçilemeyince bazı özel kanallarda spikerliğe devam etti.
Henüz prompterin kullanılmadığı, ekranların siyah-beyaz olduğu yıllarda haberleri ezberden okuyan spiker de o idi renkli televizyondan ilk haberi sunan da.
Mertcan, sanat dünyasından kurduğu dostluklarla başka işlerin de altına imza attı. 1986’da “Şarkılarıyla Zeki Müren, Şiirleriyle Mesut Mertcan” albümü çıktı. Bunu Selda Bağcan, Edip Akbayram, Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli’nin karma albümünün sunumu izledi. “Ve Şimdi Şiirler” bu alandaki usta işi son çalışmasıydı. 2001 yılında çıkan “Ve Şimdi Şiirler”de; Pamuk Tarlaları, Ben Seni Gizli Sevdim, Ölüm Kimin Nesiydi gibi çoğunluk kendi şiirlerini seslendirdi.
“Son” bir isteği vardı: Bir gün yeniden TRT’den seslenmek! 5 Aralık 2016 tarihinde, yaklaşık 30 yıl önce bir Eylül akşamında son haberini okuduktan sonra veda ettiği yuvasındaydı. Duygusaldı… “30 yıldan sonra bugün ilk kez, kardeş olduğum, dost olduğum, arkadaş olduğum, TRT kameralarının karşısındayım” demişti.
Haber spikeri denildiğinde bilgisiyle, sunumuyla, anlatımıyla, ciddiyetiyle, duruşuyla Mesut Mertcan ilk akla gelen isimlerden oldu hep. Bu mesleği icra edecekler için nirengi noktalarındandı. Kahramanlık ya da para pul peşinde koşmayan, işini aşkla yapan, mesleğinde hep güzeli arayan bir insandı.
Bir şarkı yükseldi pamuk tarlalarından: Bâki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş. (SE/HK)