* Fotoğraf: Miguel Á. Padriñán, Pexels
Gülhane’den Gezi’ye… Yıldız’dan Beştepe’ye… adını verdiğimiz bu yazılama dizisinin dördüncüsündeyiz… İlkinde diyalektiksizliğe, ikincisinde anlatısızlığa, üçüncüsünde yöntemsizliğe dikkat çekmeye çalıştık. Yolculuğumuza “meşruiyetsizlik” ile devam ediyoruz.
Bu yazılama dizisinde meşruiyetsizliğin, yöntemsizliğin hemen ardından gelmesi hiç de tesadüfi değil. Yöntem ideolojiye, bir bakıma hayata da içkin. Yöntemdeki tarihselliğe, hayata içkinlik, insanın tür olarak “çözüm”lerinin kristalize olmuş halidir. Şimdiye değin “o” konu özelinde üretilegelen bilgilerin deneyimlerle süzülmesinden arda kalandır. Trajedi ise türümüzün ürettiklerine kayıtsızlık, olguya kendi fantazyasını zerk etmenin beyhudeliğini görmemektir. Türümüzün tarihi, olguya kendi teorisini dayatıp işlemeyince ya da işletemeyince şaşıramayanların traji-komik örnekleriyle doludur.
Hangi anlam zemininde hareket edeceğimizi belirlemek adına etimolojiye ve yaşayan sözlüklere bakabiliriz: meşruiyet ya da Türkçesi ile meşruluk, “yasaya, töreye vb. uygunluk, geçerlilik, yasallık” olarak tanımlanır. TDK’nin sözlüğü, kısaca, geçerli olma durumu. Dil Derneği’nin sözlüğünde ise meşru, “yasanın, dinin ve kamu vicdanının doğru bulduğu” diye tanımlanır. Arapça şrˁ kökünden gelen maşrūˁ مشروع “hukuka uygun, şeriate uygun, caiz” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça şaraˁa شَرَعَ “yasadı, düzenledi” fiilinin mafˁūl vezninde edilgen fiil sıfatıdır. Arapça şrˁ kökünden gelen şarˁ شَرْع “1. yol, rota, 2. özellikle İslam dininin yolu, İslami hukuk” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça şaraˁa شَرَعَ “ 1. başladı, girişti, 2. yasa koydu, düzenledi” fiilinin faˁl vezninde masdarıdır.
Batı dillerinde “legitimacy” ile karşılanan “meşruiyet” kavramı, önce çocuklar, sonra krallar ve hükümetlerin niteliğini işaret ederken, günümüzdeki anlamını 19. yüzyılda kazanır. Ortaçağ İngilizcesinde “yasal olarak doğmuş, yasal olarak evli ana-babadan doğmuş çocuk" anlamı, “yasal kılmak, yasal olduğunu beyan etmek"ten gelir. Latince legitimus'tan, “yasayla belirlenen, yasaya uygun olarak”tan gelir.
Türkçede yasal kavramının zaman zaman meşru yerine kullanıldığına tanıklık etsek de yasal, teknik anlamda “legal” ile karşılanır. Çünkü bir uygulamanın ya da düzenlemenin yasal olması yani yasaya uygun şekilde yapılması, ona meşruluk kazandırmaz. Yasaların hukukiliği sorunu şimdilik yazılama dizimizin kapsamı dışında kaldığından, bu tartışmayı bırakıp düşünmemize konu olan soruşturmamamızı sürdürelim.
Kelimeler etimolojileriyle birlikte bir olgu durumunun nasıl içeriklendirildiğine, anlam dünyamıza nasıl dahil edildiğine de içkindir. Aynı sözcüğün Arapçada yasaya, töreye uygunluk, kamu vicdanına, hukuka uygunluk içerimlerine sahip olması, İngilizcede ise hukuka uygun biçimde, diğer deyişle “toplumsallığı tehdit etmeyecek” şekilde doğan çocuk için kullanılması manidar.
Meşru ya da legitimacy kavramlarının ana değer olarak “toplumsallık”a atıfta bulundukları söylenebilir. Dolayısıyla bu, toplumsal yaşamın ortaklaşa ürettiği dengeyi gözetmek sorumluluğu da yükler. Türkiye Cumhuriyeti'nin 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, geldiği makam için hala cari olan yemin metnine “Cumhurbaşkanı sıfatıyla…. Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye…. Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim.” diyerek bağlılığını bildirse de “Anayasanın bir kez delinmesinden bir şey olmaz.” sözünü söyleyebilmiş; bununla hukukun ilgasını, kocaman bir hukuk birikimini de sarsarak keyfiliği ve şüphesiz de facto geniş anlamda bugünkü otoriter rejime de kaynaklık eden anlayışı -belli bakımlardan çoktan ‘içtihat’a dönüşmüş olan- belirginleştirmiştir.
***
Sıklıkla “iyi niyet”ten söz edilir; konu niyetlerin “kötülüğü” ya da “iyiliği”nden bağımsız, niyetlerin işletilme ya da diğer deyişle hayata geçirilme süreciyle, yani yöntem(iy)le ilişkilidir. Değilse insan her ne yaparsa yapsın, öncelikle rasyonalize (aklileştirme) eder, ardından eyleme geçer. Düşünce sistematik(siz)liğinin devreye tam da burada girdiği söylenebilir. Dilimizdeki kaş yaparken göz çıkarmak deyimi, başka neyi anlatır ki! Failin amacı göz çıkarmak değil, kaş yapmaktır lakin kaçınılmaz olan ortadadır: trajedi.
Yöntem adını verdiğimiz süzülmüş çözüm, bu nedenle işin abecesi, temeli, başlangıcıdır. Bu kurucu referansa kayıtsızlık, yurdumuzda senelerdir -en azından bu yazılamanın aldığı limitle Gülhane’den bu yana- sorunları ele almanın temel anlayış(sızlığ)ıdır. İşbu sebeple kullandıkları yöntem bakımından strüktürü benzerliği aşan türde özdeşlik gösteren anlayışlar arasında cereyan eden çatışmasımcı kareler, Diyalektiksiz Gerilime Bir İlgi adını verdiğimiz bu yazılama dizisinin ilkinde “didişme” olarak yorumlanmıştır. İki yüzyıla yakın süredir diyalektik üretmeyen didişmelerin hem nedeni hem de sonucu olan çatışmasımcı taraflar ve ‘önderlik’ ettikleri toplum, camdan dışarı çıkmak için hamle yapıp camın söz konusu hamleye verdiği tepkiden bir şey öğrenmeyip her seferinde tekrar tekrar aynı girişimde bulunan sinekler olarak yorumlanabilir: deneme yanılmama.
Kim olduğumuz, yaşamla girdiğimiz ilişkimizde -ki yaşamak kaçınılmaz biçimde yaşamla ilişki içinde olmaktır- işlettiğimiz yöntemce belirlenir. “Usul, uygarlığın kristalize olmuş halidir.” sözünde dile gelen hakikat daha çok bunu imler. Çağcıllık, bir bakıma çağın sorunlarını çağın kavramlarıyla anlamaya, çağın yöntemleriyle çözmeye çalışmak olarak da içeriklendirilebilir. Yöntem, sırtında sorunu anlamamızı sağlayan kavramları, çözümü üretecek araçları taşır. Çünkü işlettiğimiz yönteme göre içinde yaşadığımız olgu dünyası anlam evrenimize dönüşür. Mazinin yöntemiyle dünyaya baktığımızda bugünü göremeyiz, güncel sorunlarımızı da. İşlemeyen politikaların karikatürleşmesi daha çok bundandır.
***
Her insanda, doğal olarak, hak ve adalet duygusu vardır.
Bilincimiz, dil dolayımıyla var; dilimizse tarihsel bir varlık. Sorumluluğumuz, dilimizin tarihselliğini duymak. Tanık olduğumuz hayata tarihsel bilincimizle baktığımızda işlerin ters gittiğini sezebiliriz. Ters gitmesi, murad ettiğimiz istikametten uzaklaşmak anlamına da gelir. Sahi, bize bunu sezdiren nedir? İşte: her birimizde doğal olarak bulunan hak ve adalet duygusu. İnsa, bu duygulara göre, bir diğer deyişle bunları temsil eden doğal hukuka göre yargılar. Çünkü doğal hukuk, temelini adalet idesinden alır. Bu nedenle ancak ve ancak bir düzenlemenin, yargılamanın hukukiliği adil olmasına bağlıdır. Dolayısıyla kelimenin birinci anlamıyla doğal hukuka uygunluğu öngerektirir.
Herhangi bir pozitif hukuk düzenlemesi doğal hukuka uygunluğu ihlal eden yasa/l düzenlemeleri referans alsa da meşru olması sorgu konusu yapılabilir. O nedenle meşruluk, “hakka, hukuka, kamu vicdanına uygunluk” olarak yerinde tanımlanır. Düzenlemenin bir de değer boyutu bulunmaktadır ve bu değer “adalet”olarak adlandırılır.
Hukuk gibi görece normatif bir alan olarak görülegelen kavram, olguya bakışımızı net bir biçimde projekte etmeyi görece güçleştirse de, “etik” kavramı o doğal olarak bulunan hak ve adalet duygusunu belirgin biçimde imler. Doğal hukuk, bir dizi ilkeler manzumesidir. Söz konusu ilkeler, değerleri referans alarak işletilirse içselleştirilebilen, yaşayan normlar üretilebilir. Değilse irade gaspı olarak görülür ve murad edilen toplumsallığı tehdit eder. Zedelenen hak ve adalet duygusu, insanı kendine, içinde yaşadığı topluma karşı güvensizleştirerek yabancılaştırır. Bir kişi olarak hayata olan inancını silikleştirir, deyim yerindeyse yurtsuzlaştıtır. Bunun sonucu olarak da kişi, belki de kaçınılmazcasına bir tür haymatlosa evrilir. Mekan ya da bir yer, orayı ideolojileri aşan türde bir hisle sahiplenenlerce ve/ya benimsenenlerce yurda dönüştürülebilir. Yaşamak için bütün birikimini geride bırakıp bilinmezler evrenine gitmek düşü kuranlar, otokratik rejimlerce yurdundan kürtaj edilmiş olanlardır. O nedenle göçmenler, mülteciler daha yola çıktıkları anda zedelenmişlerdir. Böylesine derin bir travmanın üzerine işte tam da bu nedenle kolayca Hayat inşa edilemez.
Hukuk, usul yani doğal hukuk anlamında işletilmez ise toplumsallığın dengesi bozulur, diğer deyişle harmoniası. O nedenle “efendisiz toplumlar”a atfen her kim geleneği işletmek sorumluluğunu bırakıp yasa koyuculuğa soyunur ise toplumsallığın tepki gösterecek mekanizmaları devreye sokulabilmeli, işe koşulabilmeli. Değilse iktidardan İktidara dönüşen gücün, zamanla bir tür Leviathan'a dönüşmesi kaçınılmaz. Tarihsel belleğimiz bunun sayısız örnekleriyle dolu.
Yönteme içkin doğal hukukun işletilmemesini tam da bu nedenle toplumsallığı tehdit olarak görmek, dünya görüşümüz her ne olursa olsun her birimizin temel sorumluluğu. Çünkü güven her nerede her kimle birlikte -kendimizle bile- olursak olalım temel bir ihtiyaç. Ve güven inancın da önkoşulu. Güvenmediğimiz birine inanmayız da. Güven, belirsizliklerin olabildiğinde savulduğu bir ilişkide ya da yerde varlık kazanabilir. Güveni en çok tehdit edense keyfilik olsa gerek. Bir sürecin keyfi yani öngörülemez şekilde değiştirilmesi temel bir ihtiyaç olan güveni de tehdit eder. Güvenin yitirilmesi yerini güvensizliğe ve buna eşlik eden tedirginliğe, diken üstünde durmaya bırakır. Huzursuzlaşan kişi her an nerede patlayacağı belli olmayan bir saatli bomba ile yaşar; bu, onun bir kişi olarak ne ne hissettiğine ne de ne düşündüğüne odaklanmasına izin verir. Bu durumdaki özne, İktidarca ya da harici bir özne tarafından kolayca manipüle edilebilir. İktidarların sıkça başvurduğu keyfilik, kendi ideolojilerini anlatıya dönüştürme ya da anlatılaştırma aracıdır.
***
Nefes alınan bir habitatı yurt kılan doğal hukuktur. Her kim temel ilke ve değerler manzumesini ihmal, ihlal, ilga ederse, bizler yani yaşadığı yeri yurt belleyenlerimiz için uyarmak, hem de bunu defaatle yapmak, haklarımızın bizlere yüklediği temel ödevlerimiz arasındadır. Çünkü haklar ancak ödevlerle birlikte var olabilir.
Bugün Ukrayda’na, dün Suriye’de, senelerdir Gazze’de, Kürdistan’da, Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da, Yemen’de… olup bitenlere bakıyoruz. Deyim yerindeyse Birinci Körfez savaşından bu yana izliyoruz. Irak’ta olup bitenlerin ekranlarda belir(len)mesi de denebilecek smülakr, savaşı bir şiddet öğesinden söküp eğlence nesnesi seyirlik bir gösteriye dönüştürdü. Hakikatimsilik işte bu anlam(sızlaştırma) evreninde varlık kazanmakta. Çünkü bir dizi filtreden geçen işlenmiş ‘gerçek’le ya da rafine edilmiş olup bitenlerle karşılaşıyoruz; bu karşılaş(ama)malar yüzleşmeyi sağlamak bir yana güçleştirmekte. Bu güçlük hakikatle olan bağımızı da zedelemekte, zamanla koparmakta. Hakikat bir tür çapa ya da tonoz. Onun kaybı kaçınılmaz biçimde iradesizleşmeye neden olduğu kadar, harici kuvvetlerce savrulmalara karşı korunmasızlaştırır.
Savaşlar nasıl karar alma süreçlerinden çatışmalarına değin ‘biz’den uzaksa, etkin öznesi değilsek, algımız o denli arayüzler dolayımıyla gerçekleşir. Nedenleri ve sonuçlarının kavranması da bir dizi filtrasyonun işleminden arda kalanlar üzerinden gerçekleşir.
Çıktı, kendini sürekli güncelleyen bir vizyon olmadıkça donmaya mahkum. Bu, bir bakıma sürekli devrim kavramının imlediği durumla da benzerlik gösterir. Zira insan aklının durdurarak kavramak eğiminde olması statükonun ya da statükolaşmanın varlık kazandığı zemin olarak da görülebilir. İşimiz, bu zemini ilkesel olarak ortadan kaldırmakla yetinmemek, var olma koşullarını sorunsallaştırmak, toplumsallığı ama meşru olanını yaşatmanın temel koşulu olarak görmek. Meşruiyetsizlik öldürdü, öldürüyor, öldürecek; bu nedenle yüksek sesle “Meşruiyetsizlik öldürür!” demek zamanı!
(MVB/AS)