Günlük yaşamda kullanılan bazı kavram kümelerinin her biri özlerinde farklı anlamlar taşısa da birbirleriyle ilişkilerinin oluşturduğu bütünlük onları beraber kullanmaya zorlar. Bunların başında belki de “İşçi sağlığı” ve “işçi güvenliği-İSİG-” kavramı gelmektedir. Aslında bu iki kavram tek başlarına çalışma ortamlarının farklı aynalarıdır; bunların her birinin zedelenmesinde de farklı yansımalar oluşur. Bu yansımaların bile birbiriyle olan ilişkisi nedeniyle pratikte tek kavrama indirgenerek iş sağlığı ve güvenliği (İSG) olarak kullanılır.
İSG kavramında “sağlığı” etkileyen koşulların dışa yansıyan patolojisi “meslek hastalığı” iken; güvenliği etkileyen koşulların kesilen cezasının “faturası”nın adı “iş kazası”dır.
İkisi de ölüme yol açabilir; ikisi de iş cinayetlerine sebep olabilir. Bir farkla, iş kazası çoğunlukla bir olaydır, hemen “görülür”; adli bir olaydır. Görülmek zorundadır (kan parası vb. gizli kapaklı işlerle gizlenebilme potansiyeli yoksa) çünkü aşikardır, hemen olan bir durum, bir vak’a dır; kayda da geçer. Oysa çalışma ortamlarında insanların sağlığı sinsice gasp edilir; yavaş yavaş tüketilir, farkına bile vardırılmaz çoğunlukla; milim milim ilerler organlarda, sistemlerde, vücut bütünlüğündeki kayıplar. Çoğunlukla öyle sinsidir ki adına “meslek hastalığı/işle ilgili hastalık” bile dedirtmeden; dedirtecek koşullar oluşturulmadan “gizletilir meslek hastalığı” benim diyen hekime, hakime bile…
Kimi zaman kişide tükenmeye yol açan sebep aslında gözle görülmeyen bir toz zerreciğidir. Akciğerlerine yerleşir kişinin; aylar, hatta bazen on yıllar sürer hasarı, yavaş yavaş nasırlaştırır, taşlaştırır, tüketir ciğerlerini kişinin, nefessiz bırakıncaya kadar yıllar sonra belli ederek kendini…
Kimi zaman ortamdaki nahoş bir kokudur, bir dumandır; kaynak dumanı gibi ancak zamanla alışılan, farkına bile varılmayan, beynini kemiren; yıllar sonra inme, erken bunama, parkinson vb. adlarla anılan ancak “etyolojisi: gerçek nedeni” bile araştırılmayan; araştırılmaya bile gerek görülmeyen büyük büyük hekimler tarafından…
Kimi zaman kanına nüfuz eder; emer kanını “anarşik olaylara sebep olur vücutta”; adı kanserdir artık; lösemi, lenfoma, miyeloma vb süslü kelimeler ile tanımlanır; “fıtrat” diye kabullendirilendir; “etyolojisi: gerçek nedeni” bile akla getirilmez; belki de sebep olmamak için sosyal anarşik olaylara…
Kimi zaman belini büker erkenden; “30-40 yaşlarındadır bu kişi demeye şahit istetir”; 60’lık,70’lik yaşlarda gösterir kişiyi “vah vahh erkenden de çöktü garibim” dedirterek…
Evet, aslında kavram tek gibi gözükür, İSG ve bunun hasarları: iş kazaları ve meslek hastalıkları…
Ancak belki de biri şanslıdır, bari hemen görünür, adıyla, sanıyla; tanınır iş kazası olarak bazen de iş cinayeti olarak. Fakat beriki sinsidir, hemen belli olmaz, belli etmez kendini; hatta bazen hiçbir zaman adını bile telaffuz ettirtmez; en ileri şaşalı tıbbi incelemeler, emarlar-memarlar; beteler-meteler, seroloji, immünoloji, histoloji, immünhistokimyasal vs. yöntemlerle bile kesin adını bulamaz kimse; süslü-şatafatlı başka adlar altında “idiopatik= nedeni bilinmeyen” sendromlar olarak geçer tıbbi literatürlere, kitaplara…
Kazan-kazan oyunudur aslında oynanan çalışma ortamlarındaki bu durum. Hem iş yerleri “birer gizli hastalık üretim merkezleri” olarak devam ederler, kar maksimizasyonunun daha da maksimize etmeye. Hem de silah sektöründen sonraki en büyük sektöre sürekli müşteri temin edilir. Anlı şanlı “işletmeler-hastaneler” de yeni teknolojiler denettirilir “sektörün anlı şanlı teknikerlerine”; yeni tanısal ve sağaltımsal oyalamacalarla; adına “meslek hastalığı” bile dedirtilmeden mevcut durumlara…
İş kazalarının “fıtratı” ile çoğunlukla mühendislik kökenli hocalarımız uğraşır; dünyada da ülkemizde de böyledir. Doç. Dr. Emre Gürcanlı hoca ülkemizde iş kazaları ile akademik seviyede ilgilenen, bu alanda kitapları olan, eğitimler veren ender kişiliklerden biridir. Son zamanlarda haftada bir İleri haber’de yazmaktadır. Çoğunlukla iş kazaları ağırlıklıdır bu yazıları. Yazdığı son yazılarından birinde iş kazalarının sınıfsal özelliklerini irdeledi. Bu yazının son paragrafında aynen “bir kamyonet kasasında yaşamını yitiren tarım emekçisi kadınlar, inşaat iskelesinden düşen inşaat işçileri, saatlerce çalışan en temel güvenlik önlemleri olmayan enerji nakil taşeron işçileri, saatlerce setlerde çalışan set işçileri, her geçen gün daha fazlasıyla karşılaştığımız, yangınlara, zehirli gazlara maruz kalan sanayi işçileri, göçük altında kalan maden işçileri, ağır yüklerin altında kalan nakliye işçileri...Evet, hepsinin 'kader'i de, bu kaderden kurtuluşu da ortaktır ve sınıfsaldır...” demektedir Emre Hoca…
Kapitalist sistem içinde dünyada ve ülkemizde ne sınıfsal değildir ki?
Günlük yaşamımız sınıfsaldır; yemek, içmek, gezmek, tatil, eğlence sınıfsaldır… Bunları asgari ücretle yapabilmeyi düşünmek, hatta birkaç dolarlık günlük kazançla yapabilmek mümkün mü? Sınıfsaldır…
Eğitim sınıfsaldır; özel okulu, koleji, vakıfı, devlet okulu; 60-70 kişilik sınıflardaki eğitim sınıfsaldır…
Sağlık sınıfsaldır; özel hastanesi, SGK’ya –da- bakabilen özeli; bakamayan özeli; 2 yıl sonraya MR, ameliyat günü veren devlet hastanesi sınıfsaldır… Hukuk, güvenlik sınıfsaldır…
Barış, barışımız da sınıfsaldır; işine gelinceye kadar, sırtına binip köprüyü geçinceye kadar barış var… Ancak “seni başkan yaptırmayacağız” dendiği an “ yok sana barış-marış” bitiriyorum… sınıfsaldır barışımız… Öyle bir sınıfsaldır ki barış… Oyuncaklarla çocukları sevindirmeye giden gencecik fidanlara kıyacak derecede vahşete büründürülmüş bir sınıfsallıktadır barış; işine gelinceye kadar…
Savaş, savaş da sınıfsaldır… Neresi olduğu bilinmeyen sapık hülyalarla huriler elde edecekler diye gözü dönmüş cihatçi kanlı vahşet şebekelerine karşı göstermelik iken savaş; Türk’ün de Kürt’ün de yavrularını, “memet”lerini birbirine kırdırtacak kadar sınıfsaldır. Kendi sultanlığını ilan etmek için yaratılan kaotik ortam sınıfsaldır…
Evet, iş kazaları sınıfsaldır, oysa meslek hastalıkları daha da sınıfsaldır; bu yüzde 1 ile yüzde 99’un sınıfsallığıdır aslında. Ancak yaratılan kaotik ortamlarda İSG alanını konuşmayı, yazmayı bile “gereksiz” haline getirecek derecede sınıfsaldır günlük yaşam. Hep böyle olmuştur tarihte de “kuşa baktırılmış”tır yüzde 99 her şeyin muktediri olan yüzde 1 tarafından her dönemde maalesef…
Çözülür mü? Din ve ırk özellikleri başta olmak üzere kişilerde var olan özellikler dogmatik birer artı ya da eksi unsur muamelesi görmediği; yüzde 99’un kendi sınıfsallığına yüzde 1 karşısında sahip olduğu zaman bence çözülür. Çok mu ütopik bir düşünce? Olsun! Hayali bile cihan değer…(İA/HK)