Fotoğraf: Pixabay
Mesafenin yerini uzaklaşmanın aldığı bir çağdayız. Son zamanlarda kolektif dayanışmaya "alıcı" olarak sunulan “Biz” de “Ben”den uzaklaşma değil mi sanki?
Ekmek ve öte beri almak için evden çıktım. Otuzlu yaşlarda bir adam, bebek arabasına sarıp sarmaladığı çocuğu ile evinden ayrılıyor. Ona doğru geldiğimi görünce korktu ve iki araba arasına sığındı. Yollar dar haliyle, ben de geçmesine izin vermek için durup kenara çekildim.
Sonra mukoza zarlarımız arasındaki olası en büyük boşluğu korumak için başını yere indirerek, bir ok hızıyla önümden geçiyor. Ne bir kelime ne bir jest ne bir bakış. İnsanlar sanki ağız gibi gözler de enfeksiyon kaynağıymışçasına birbirlerine bakmıyorlar. Güvensizliği ve kaygıyı dostça bir gülümseme ve ufak bir bakış ile telafi etmeye çalıştım. Ama nafile bir boşlukla karşılaşıyorum.
Bu kısa anda olup bitenler benim adam tarafından yoldan geçen bir yaya olarak değil, tükürük salgılayıcısı, yaşayan aerosol, mikrop kültürü, sayısız damlacıktan oluşan görünmez bir hâle olarak algılandığımı gösterdi. Burada hâle kurtuluş değil, aksine karşıt bir yıkım aurası ile çevrilidir.
Adamı anlıyorum ama diğerine bir tehdit, bir tehlike gibi davranılmasına ve daha da kötüsü, kaldırımı değiştirerek onun bir vebalı gibi damgalanmasına dayanamıyorum.
Sokağın öte yakasında, kızı olduğunu düşündüğüm bir kadın, yüzünde tıbbi maske annesine dokunmak için ellerini, yarısı tenteneli beyaz bir perde ile örtülmüş bir pencere camına dayamış. Korku ve melankolinin kız anne duyarlılığını paramparça ettiği bir tablo. Görüntüye daha yakından bakmaya çalışıyorum. Cam gerçekten anne ve kızı ayırıyor mu? Parmakları birbirlerine gerçekten dokunmuyor mu? Niyetleri o kadar güçlü ki, cam birden aradan kayboluyor. Tenimizin diğerinin tenine harmanlanma ihtiyacı aradaki her engeli yok eder.
Hayatımda son kez, 14 yaşındayken bir araba camının arkasından gördüğüm, beni yaz kampına götüren babamı anımsadım. Başımı okşayıp, bana hoşça kal oğlum derken bunun bir veda olduğunu bilemezdim. Bugün hepimiz işte o veda anının kıyısında bir yerdeyiz. Son bakışlar, son el sallamalar ve son hoşçakallar belki.
Kırık tekerleği olan bir hamster düşünün. Onda bir yere gitme duygusu uyandıran şeyden mahrum bir hamster. İşte insanlık ailesi tam da bu noktadadır.
Çatırdayan ince bir buz tabakası üzerinde yürüyen birinin batmamak için sürekli hızlanması gerektiği bir ekonomik paradigma düşünün. Sonsuzca hızlanıp aynı yerde patinaj yapan ama yol alamayan ve hiçbir yere ulaşamayan insanlık ailesi. Ancak bu acı gerçeği görmezden gelerek hayatta kalabiliriz. Çünkü İnsan, sefaletini, ancak kendisi ile sefaletinin bilinci arasındaki aralığa ne kadar çok kaçış sığdırmayı başarırsa kabul eder.
Çad’da görev yapan bir doktor arkadaşım daha önce bir çeşit tropikal hastalığa yakalanmış ve kendine Chloroquine tedavisi uygulamıştı.
Burjuava sakilliği
Kulak çınlamalarının son günlerde çok arttığını söyledi. “Artık otomobil, bahçe biçme makineleri ve kalabalıkların gürültüsü tarafından bastırılamayan çınlama epey arttı” diyor.
“Sadece kendi vızıltımı duyabiliyorum. İnsanları sıtma ilacı ile tedavi etmek ne kadar mantıklı? Bu ilacın korkunç yan etkileri arasında kulak çınlamaları var. İlaç iç kulak hücrelerinin tahrip ederek kalıcı bir kulak çınlaması ve işitme kaybına yol açıyor” diye ekliyor.
Telefon sohbetinin ilerleyen dakikalarında, “sanırım ben metro gürültüsü ve kokusu olmadan, neonların yaydığı vızıltı olmadan yaşayamam” diyor. Düşünsene ya artık sokak lambaları yanmazsa. Duydun mu, Bordeaux belediyesi haftada bir defadan fazla çöp toplayamayacağını bildirdi. Vatandaşları, çöpçülerin geçtiği güne kadar, çöplerini dışarı çıkarmamaya çağırdı.” diye uzatıyor konuşmayı. Bir bahane bulup telefonu kapattım.
Eve kapanmanın dayanılmaz bir hal aldığını düşünenlere bazen hak veriyorum.
Ama öte yandan, çocuk felci nedeniyle çocuk hastanesinde göreceli bir izolasyon altında üç yıl geçirmek zorunda kalan ve bu kapatılmadan eksik bir bacakla çıkan Beyrut’taki kuzenimi anımsadım.
1898 Osmanlı'sında doğmaya cesaret etmiş mavi gözlü kızıl saçlı güzel mi güzel bir kadın olan babaannemi hatırladım.
“Tehcir”den kaçan rahmetli babaannemin, fiziki ve ruhsal yaralarını tedavi etmek için gizlice sığındığı köyümüzde beş yıl kilitli kalmasını ve hiç kimseyle konuşmamasını hatırladım.
Kendi evinde çocukları ve eşiyle nispeten aç kalma korkusu yaşamadan kapanmayı dayanılmaz bulanların yakınmalarını bu olaylarla kıyasladığımda bir burjuva sakilliği olarak görüyorum.
Hafızam bana bazen resmen yalakalık yapıyor. Önüme azınlığa mensup (sadece dini etnik anlamda azınlık değil de farklı düşünenlerin, düzeni sorgulayanların asi azınlığı) biri olarak özgürce ve hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadan yaşadığıma dair anılar seçkisi koyuyor. Geçmişte demokratik bir ülkede yaşamış olduğumuza dair bir yanılsamaya inanmamı sağlıyor.
Korona salgını ile birlikte çevre kirliliğinin ilk sanayi devriminden bu yana en düşük düzeylere indiği söyleniyor. Salgını doğanın tür merkezli ve kibirli antropozentrik yaklaşımdan bir çeşit intikamı olarak değerlendirmek mümkün.
Çünkü korona salgınında yarasa ve Pangolin’in işlevi ne ise, AIDS, Sras, Ebola gibi çağın tüm önemli salgınları hayvansal bir kökene sahiptir ve hepsi insan tarafından kendi habitatında rahatsız edilen vahşi hayvanlardan kaynaklıdır. Pazar ekonomisi diktasının sürüp sürmeyeceği ya da ultra-küresel sapmanın yol açtığı tüketim cinnetinin son bulup bulmayacağı hakkında değişik görüşler ileri sürülüyor.
Karantinadan sonra, bulaşıdan sonra, felaketten sonra, kıyametten sonra, iyileşmeden sonra, ekonomik çöküntüden sonra, bağışıklıktan sonra, sokağa çıkma yasağından sonra; Liberalizm ve viral bulaşma bizi post anlamda hep bir şeyin sonrası olan belirsizliğe sürüklüyor.
Günlerimiz sayılı
Kritik bir andan çok daha fazlası, aslında gerçek bir trajedinin içinden geçiyoruz. Aşırı nüfus, aşırı kilo, aşırı üretim, aşırı tüketim, aşırı ısınma, aşırı borçlanma, insanlığın sonunu getirecek tüm süperlatiflerin çağı bu.
Oysa gezegenin kaynaklarının kapasitesi sayılı, o zaman kaçınılmaz olarak günlerimiz de sayılı.
Ancak durum kötüleştikçe somut bir kolektif tepki de gelmiyor. Düşünün ki, birazdan toslayacağımız duvarın yaklaştığını görüyoruz ama hiçbir şey yapmıyoruz. Bizi bekleyen tehlikenin farkında olmanın, olayların gidişatı üzerinde ne yazık ki hiçbir etkisi yoktur.
Oysa karşıt antagonist iç çatışmanın bir kıvılcım yayıp bir aydınlanmaya sebep olacağını düşünürdüm.
Güzel rüyalar lagününe derin bir dalış yapıp kendini uyumaya bırakan biri gibi, derinden süren yıkıma rağmen, bu sükunete teslim olmanın aldatıcı bir şey olduğunu biliyordum.
Felaket çağlarından akıllı telefon çağına kadar hayatta kalmamıza izin veren uyanıklığı ve teyakkuzu kaybetme riskini taşıyoruz. Bu riski tüketim toplumu ve kapitalist akıl fena halde kışkırtmıştır.
İşte tam da bu tepkisizliği açıklama noktasında, beynimizin kalbinde yer alan, striatum adı verilen küçük bir organ devreye giriyor.
Bu küçük organ türlerin ortaya çıkışından bu yana davranış kalıplarını yönetir. İnsan beyni de türlerin hayatta kalmasını amaçlayan beş hedefe ulaşmaya çalışan bir çalışma düzeneğine sahiptir. Bu beş hedef: yemek, üremek, güçlenmek, toprağını (yaşam alanını) genişletmek ve güç mücadelesinde kendini başkasına dayatmaktır.
Sorun şu ki, striatum daha verimli ve performanslı bir beyinden sorumludur ve eylemi için daha fazla ödül talep eder. Bir uyuşturucu bağımlısı gibi, aşırıya olan eğilimini disipline edemez. Hiçbir zaman da kendini sınırlamaya çalışmaz. İnsanın kendini gezegendeki baskın memeli olarak konumlandırdığı düşünüldüğünde antropozentrik eğilimin striatum ile ilişkisi daha kolay anlaşılır.
Düne kadar beynimiz müttefikimizdi, bugün ise en büyük düşmanımız olma yolunda ilerliyor. Belki de müttefikimiz değildi, çünkü doğa üzerinde hakimiyet kurmamızı sağlar şekilde kodlanmış bir beyin müttefikten çok baştan beri düşmandır.
Ülkemin haberlerini okuyorum. Hükümet, Roma'nın yanmasını izlerken lir çalan Nero gibi sayılar ve istatistikler sunuyor. Bunaldım. Balkona çıktım.
Ambulansların sirenleri tarafından bozulan bu ezici sessizlikte, yaşamın en küçük belirtilerini, bir pencere korkuluğu arkasında bir çocuğun ağlamasını, daha da ötesi, bir bezin bir cama sürtünmesini memnuniyetle karşılıyorum.
Her ses, bir sinema hoparlörü tarafından güçlendirilmişçesine kulağıma çarpıyor. (JHK/EMK)