Demokrat Parti’nin (DP) tepkisel bir eksene yerleştirilen kafası karışık küskün kitlelerin ilk ve özgür temsilcisi olduğu iddiası merkez sağın ve dolayısı ile AKP’nin en büyük seçim propagandalarından biri olmuştur. Serbest piyasa ve özgür yatırım karşıtı, halk üstüne zincirler ile sarılmış “devletçi” Kemalist ekonomik “zihniyetin” ve prangalarının “kurtarıcısı” olarak seçim vitrinlerine yerleştirilmiştir Demokrat Parti.
Ezanı Türk dili ablukasından kurtaran, uluslararası arenada yalnız kalan Cumhuriyet’in saygınlığın kazandıran ve halka tek parti döneminde “kaybettiği” özgürlükleri tekrar armağan eden, “kıtlıklardan” sonra “bolluk” ve başarı ile dolu bir ekonomik dönemin iktidarı ve “halkın” gerçek sesi diye etiketlenmiştir merkez sağ seçim söylemlerinde.
Bu popülist söylem özellikle idam edilen Adnan Menderes’in doğum şehri Aydın’a gelindiğinde adeta demagojinin dibine vurur ve DP bir ajitasyon malzemesi halini alır.
Nitekim, siyaset doktorası yapmış Başbakan Davutoğlu’nun seçim kampanyasının başlamasıyla bu hüzünlü tablonun renkleri cilalanmış ve halk tekrar bu popülist seçim söylemleriyle karşı karşıya bırakılmıştır.
Peki DP döneminin başarı nostaljisinin gerçeklik payı ne kadar? DP gerçekten de halkın gerçek temsilcisi miydi? Ekonomik kurumların kadrolarında kavrulup, yetişen DP’lilerin iktisadi politikaları halka lanse edildiği kadar başarılı mıydı, yoksa DP sadece Kemalist modernleşme projesinin şımarık çocuğu muydu? Kısaca, DP bir fantezi miydi?
Liste usulü çoğunluk sisteminin sihri
CHP her ne kadar 1945’teki Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile hem rakibi büyük toprak sahipleri olan DP’lilere gözdağı vermeye çalışmış hem de küçük toprak sahiplerinin çoğunlukta olduğu, ekonomik ve sosyal bütünleşmesini tamamlamayan Türkiye’nin popülist zaaflarından yararlanmak istemiş ise de bu seçim stratejinin meyvelerini toplayamamıştır.
1930’lar ve 1940’larda kendi iktidarını değişmez kılmak için oluşturulmuş iki aşamalı -1946’da tek aşamaya indirgenmiş- çoğunluk seçim sistemi 1950 seçimlerinde kendi aleyhine işlemiş ve CHP’nin yüzde 34.8’lik oy yüzdesine karşılık DP’nin 56,6’lık oyu, CHP’nin içinden doğan DP kadrolarını iktidara taşımıştır.
Ancak CHP’nin İslam’ın Türklük ikameli formülü ile kültürel ve günlük hayata dair reformlarının toplum üzerinde yarattığı çatlaklardan sızan DP kadrolarının seçim başarısı, 1954 ve 1957 seçimleri ve ara zamanlardaki mahalli seçimleri süresince yüzde bazında erimeye başlamıştır.
Başka bir ifadeyle, halk DP politikalarını başarısız bulmuştur ve oylarını CHP ve diğer alternatif minör partilere vermeye başlamıştır. Buna rağmen CHP’nin otoriter seçim sistemi sayesinde DP üç seçim dönemi boyunca iktidarın mutlak hakimi olmuştur. Hatta sayısal göstergeler ile azalan siyasal hakimiyetini 1957 seçimlerinde kurnaz siyaset hamleleri ile sürdürmeye çalışmıştır.
DP iktidarına karşı seçim ittifakı müzakerelerine girişen CMP, HP ve CHP’nin koalisyonunu bir gecede değiştirilen seçim sistem -parlamenter adaya oy verme yerine, parti listesi zorunluluğu getirilmiştir- ve erken seçim strateji ile darbeye uğratmış, aldığı yüzde 47,3 oya rağmen meclisteki yüzde 70’lik temsiliyeti ile iktidarını devam ettirmiştir.
Otoriter Kemalist seçim sisteminin mağduru olan CHP ve diğer minör partiler oyların yüzde 51,4’ünü almasına rağmen meclisteki temsiliyeti yüzde 30’u geçmemiştir.
Ez cümle, “halkın sesi” olan DP aslında 1950’li yıllar boyunca çoğunluk seçim sisteminin sihri ile iktidarda kalmıştır. Ayrıca, sürekli azalan oy yüzdelerine rağmen DP daha önceden kurulu olan Kemalist ideoloji ve kurumları sayesinde iktidarını üç dönem boyunca sürdürmeyi başarmıştır.
1930’ların parti-devlet bütünleşme süreci içinde toplumun siyasal alana olan refleksinin minimize edildiği ve sosyo-ekonomik bütünleşmenin sağlanamayıp popülist-ajite politikalara açık olan bir altyapı sayesinde DP, 1953 ekonomik buhranına rağmen iktidarın hakimi olmayı başarmış ve partinin erime süreci çok yavaş olmuştur.
Bu yüzden, seçim sistemi ve sayısal değerler göz önüne alındığında Demokrat Parti dönemine “halkın sesi” etiketlemesi hayli tartışmaya açıktır, ve iktidarının meşrutiyeti keyfi siyasi hamleler yüzünden sorguya açıktır.
1950 sonrası dünya iktisadi rüzgarları
DP hakkında bir diğer öne çıkartılan etiketleme ise ekonomik “bolluk” ve serbest piyasa ekonomisi fetişidir. Seçim meydanlarında merkez sağ partiler tarafından, özellikle AKP propagandalarında CHP ve onun devletçi iktisadi “zihniyeti” lanetlenir, halkın çektiği “kıtlık” zamanları vurgululanırken DP döneminin “bolluk” yılları yad edilir. Ancak hem iktisadi hem siyasal gerçekler bu iddianın da, “halkın sesi” savı gibi bir fanteziden öteye gidemediğini gösteriyor.
Öncellikle 1930’lu yıllar dünya ekonomik buhranı ve savaş yılları boyunca kapalı ve devletçi politikalar uygulamak tüm gelişmemiş ve gelişmekte olan ve özellikle faşist güney Avrupa’nın metropolitan Avrupa kapitalizmine karşı uyguladığı bir iktisadi stratejiydi. Zaten merkez, batı Avrupa ve Birleşik Devlet’lerde bozulan iktisadi parametreler çerçevesinde Keynesçi, karma ekonomik modeller benimsemişti.
Kısaca, CHP’nin böyle bir ortamda serbest piyasa ekonomisi uygulaması gerektiği tahayyüllü popülist ajiteden başka bir şey değildir. Nitekim, İkinci Dünya Savaşı’nın “kıtlık” yılları bitip, Birleşik Devletler yeni, serbest ekonomik düzenin tohumlarını Marshall yardımlarıyla saçtığı sırada, devletçi-karma ekonomiden ithal ikamesine geçiş sürecini 1947’de imzaladığı anlaşma ile başlatan, AKP tarafından lanetlenen İnönü’den başkası da değildir.
Bir başka ifadeyle, ithal ikamesine dayanan görece serbest piyasa ekonomi sürecini başlatan DP değil, İnönü ve bu süreci hızlandıran DP çizgisine yakın düşen Şemsettin Günaltay hükümetidir.
İşin “bolluk” kısmına gelince... İthal ikamesi ekonomik büyüme stratejisi, dönemin gelişmemiş ve özellikte gelişmekte olan tüm güney Avrupa ve özelikle Güney Amerika ekonomilerinin benimsediği -ya da Marshall yardımlarının empoze ettiği- bir kalkınma stratejisi idi. Bu ekonomik plan, kısa zamanda elde edilen tarım fazlasından gelen ihraç kârı ile dışa bağımlı olunan mamul sanayi üretimlerini yavaş yavaş azaltarak ağır sanayiye geçiş olarak tanımlanabilir.
Gelen traktörler, artan teknolojik yardımlar, iyi giden havalar ve Kore Savaşı’nın ithal ikamesine sağladığı elverişli koşullar ile DP 1953’ün ortalarına kadar tarım alanında büyük bir üretim fazlası ve ekonomik büyüme dalgası yakalamıştı. 1930’lar ekonomik bunalımı ve savaş yılları ardından yıpranan halk dış dinamiklerin ve havaların etkisiyle görece bir düzlüğe çıktı.
Ancak 1953’ten sonra değişen koşullar ve ithal ikame stratejisinin doğal limitleri nedeniyle rüzgar tersine esmeye başladı. Tarım ihracatından gelen döviz gelirlerinin azalmasını takiben DP popülist ekonomik politikalar uygulamaya başladı.
DP’nin Toprak Mahsulleri Ofisi kanalı ile oylarına muhtaç olduğu küçük çiftçiye kredileri, oy uğruna altyapı çalışmaları için yapılan aşırı harcamalar ve DP kadrolarındaki orta ve uzun vadeli ekonomik plan kavramlarına olan “alerji” nedenleri ile iç piyasaya üretim yapan cılız, dövize, teknolojiye ve devlet yardımlarına bağlı bir sanayi ve iktisadi yapı ortaya çıktı.
Popülist ekonomik yatırımlar ve harcamalar o kadar fazlaydı ki, 1960 darbesini takiben ipleri eline alan MBK üyeleri adeta “tam takır” bir hazine ile karşılaşmıştı. Bir başka ifadeyle, savaş dönemi “ihtiyatlı” İnönü politikalarıyla zenginleşen hazinenin, üç iktidar döneminde yanlış iktisadi politikalar ile içi boşaltılmıştı.
Diğer güney Avrupa ülkeleri, özellikle İtalya örneğinde olduğu gibi 1954 sonrası arkasına alınan rüzgar ile ekonomik “mucizeler” yaratırken, Türkiye 1980’lere kadar kronik ithalat-ihracat açıkları ve döviz darboğazları ile mücadele etmek zorunda kalmış ve 1950’lerin elverişli ekonomik rüzgarlarını hiçbir zaman yakalayamamıştır.
Kısaca söylemek gerekirse, toplumsal hafızaya iktisadi “bolluk” diye kazınan DP döneminin diyetini Türkiye 1980’lere ve hatta 2010’lara kadar ödemek zorunda kalmıştır.
Partizanlaşan merkez bürokrasi ve kent köylü Türkiye
Peki, Demokrat Parti’yi toplumun olumlayıcı sosyal hafızasına kazıyan ve merkez sağın Türkiye tarihinde ezici bir üstünlükle yer almasının tabanını oluşturan durumun özü neydi?
Bunda Kemalist ideolojinin 1930’lar ve 1940’lardaki baskıcı rejiminin toplum üstündeki gölgeleri kadar DP’nin Türkiye siyasi hayatındaki kriz yönetimindeki başarısızlığının yanı sıra sosyal dokunun ve ekonomik parametrelerin de etkisi var.
1980’lere kadar çalışan nüfusunun yüzde sekseni tarım sektöründe kalmış bir sosyal doku -1980’lerde Türkiye diğer Avrupa ülkelerine göre bu parametrede son sırada idi-, DP’nin 1958, 1959 yıllarındaki Kemalist otoriter yöntemleri kullanarak krizi yönetmek yerine bastırmaya çalışmasını takiben partizanlaşan merkezi ve asker bürokrasisi ve tabii ki 1930’lardaki modernleşme projesinin din-modern milliyetçilik ikamesi ile yaratığı çatlaklar, DP döneminde vücut bulan köylü-küçük burjuva ittifakının 1980’lere ve sonrasında neoliberal değişimler ile 2010’lara kadar uzanmasını sağladı.
Bu çerçeve içinde, sanayileşme serüvenini tamamlayamayan toplum merkez sağın popülist ajitasyonlarına açık halde evrimleşt, ve hareketin çıkış noktası Demokrat Parti dönemi adeta yeniden üretilerek gerçeklikten çok bir fantezi olarak, özellikle de Recep T. Erdoğan’ın ağzından halka sunuldu.
Dönemin dinamikleri ve ayrıntıları daha dikkatli incelendiğinde ortada ne “halkın sesi” denilebilecek net bir siyasal üstünlük ne de ekonomik “başarı”, “bolluk” diye pazarlanacak bir süreç vardı.
DP’nin Türkiye siyasal hayatındaki yerini belirlerken, partizanlaşan bir merkez-asker bürokrasisi, sanayileşme fırsatı kaçırılmış, ertelenmiş bir ekonomik süreç ve Kemalist dönemin otoriter dinamiklerinin elverişli koşullarını hesaba katmamak bir siyaset ve bilim sapmasının yanı sıra demagojiden, ajitasyondan başka bir şey değildir.
Türkiye’de popülist söylemler karşılıklı iki ayna arası -geçmiş ve şimdiki zaman aynaları- yansıyan sonsuz fantezilerle yeniden inşa edilerek halka sunuluyor. Sosyal hafızayı olgunlaştırmak isteyen her kesimden gazeteci, akademisyen, siyasi ve entelektüel fanatik duruş ve ajite söylemler yerine, gerçekleri halkın diline indirecek anlatılar üretmelidir.
Her kesimden gelecek bu tür teşebbüslerin gerekliliğin şiddetle altını çizmek isterim ve böyle bir akımın tarihin normalleştirilmesi açısından çok önemli olduğu kanısındayım. Normalleştirilmeyen, fantezi bir tarih yanlışlarla dolu söylemler ve toplumsal çatışma üretmekle sınırlıdır.
* Poyraz Kolluoğlu, Queen’s Üniversitesi Kültürel Çalışmalar, Kingston, Kanada