Merkez Bankası (MB) Başkanı Murat Çetinkaya'nın geçtiğimiz günlerde görevden alınması bir çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Alınan kararın MB'nın bağımsızlığına gölge düşürdüğü, bunun ekonomik krizi derinleştireceği, kararın hukuki boyutu ve yeni atanan başkanın nitelikleri en çok konuşulan konular arasında.
TIKLAYIN - Merkez Bankası Başkanı Görevden Alındı: Yeni Başkan Murat Uysal
Tüm bu tartışmaların yanı sıra MB Başkanı’nın görevden alınması, AKP yönetiminin dünyadaki diğer popülist yönetimlerle benzer bir niteliğini yeniden ortaya koydu. Popülist yönetimler yazılı kurallar/prensipler temelinde, uzmanlığa dayalı ve siyasetçilerden bağımsız olarak çalışan, kısa vadeli politik hedeflerden ziyade yasalarla belirlenmiş uzun vadeli ekonomik amaçlara odaklanmış kurumlara tahammül edemiyor.
Bu kurumları iktidarlarına bir tehdit olarak algılıyor ve kendi iktidarlarını halkın iradesinin yegane temsilcisi olarak tanımladıkları için bağımsız kurumları “halkın düşmanı” olarak sunuyorlar.
MB ve diğer bağımsız kurumlarla çatışmalar AKP'nin iktidarda olduğu 17 yıllık dönem boyunca hep önemli olmuş ve AKP siyasetinin belirleyici unsurunu teşkil etmiştir. Dolayısıyla yaşanan son gelişmeyi anlamlandırmak adına, Türkiye'de AKP ve dünyada diğer yeni popülist siyasi hareketlerin yükselişine zemin hazırlayan politik ve ekonomik gelişmeleri anımsamak önemlidir.
Bağımsız kurumların kısa tarihi
Ekonomi yönetimini siyasi müdahaleden ve baskıdan arındırmayı amaçlayan ilk yapısal reformların Türkiye'de 2001 krizinin ardından Kemal Derviş eliyle hayata geçirildiği biliniyor. MB'nin bağımsızlığı ise 1990'lı yılların ikinci yarısında Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakereleri sürecinde gerçekleşti. Bu iki süreç, daha geniş perspektifte neoliberalizmin yeni bir aşaması olarak tanımlanabilecek Post-Washington uzlaşısının bir sonucuydu.
Post-Washington uzlaşısı, 1980'li yılların hakim paradigması olan “minimal devlet” anlayışına karşı Dünya Bankası önderliğinde yeni bir anlayış geliştirme çabasının bir ürünüydü. Bu anlayışa göre ihtiyaç duyulan, Washington uzlaşısında önerildigi şekliyle “yalnızca mülkiyet haklarını garanti altına alacak asgari büyüklükte bir devlet” değil, piyasanın aksaklıklarını engelleyecek ve politikacılar yerine uzmanların yönettiği kurumlar tarafından yönlendirilecek “etkin devlet” idi. Etkin devletin “etkinliği”, oy baskısı altında gündelik, duygusal, irrasyonal ve tutarsız kararlar alan siyasilerin değil; eğitimli, yeterli liyakata sahip ve siyasi baskıdan uzak teknokratlar tarafından yönlendirilmesiydi.
1990’ların sonu ve 2000'lerin ilk yıllarındaki yapısal reformlar kapsamında Türkiye'de MB'nin bağımsız hale getirilmesinin ve Şeker Kurumu, Kamu İhale Kurumu, Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurumu gibi Bağımsız Düzenleyici Kurumlar'ın (BDK) kurulmasının Post-Washington uzlaşısının ülkemizdeki karşılığı olduğu söylenebilir.
Türkiye'de kurulduğu günden bu yana bağımsız MB ve diğer BDK'lar bir çok eleştiri aldılar. Bu eleştiriler yalnızca AKP'ye yakın yazarlar ya da AKP hükümetinde görev alan siyasetçiler değil, Erinç Yeldan gibi saygın ve hükümete muhalif iktisatçılar tarafından da dillendirilmişti.
2006'da Cumhuriyet'te yer alan bir yazısında Erinç Yeldan dönemin MB Başkanı Süreyya Serdengeçti'yi AKP'li siyasetçileri andıran bir üslupla “siyasetten bağımsız ancak IMF'ye bağımlı olmakla” suçlamıştı. Yakın tarihlerde aynı gazetede, yüksek faiz politikası nedeniyle MB “uluslararası sermayeye hizmet etmekle” itham edilmişti.
Benzer şekilde uluslararası arenada da, Post-Washington uzlaşısı ve beraberinde getirdiği ekonomi politikasının tasarlanması süreci Dani Rodrik ve Joseph Stiglitz gibi oldukça prestijli iktisatçılar tarafından defalarca eleştirildi. Tüm bu eleştirilerde, ekonominin bağımsız kurumlar eliyle “siyasetsizleştirilmesinin” anti-demokratik olduğu ve neoliberalizmin halkın taleplerine kulaklarını tıkayan ekonomi politikalarını daha da aşırı bir noktaya taşıyabileceği vurgulanıyordu.
Popülistlerin “kuralsızlık” talebi
2000'li yıllar boyunca yapılan bu eleştiriler, MB da dahil olmak üzere BDK'ların etkinlikleri tartışılmaz ve siyasi olarak sorunsuz kurumlar olmadığını gösteriyor. Bununla birlikte, bağımsız kurumlara dair popülist siyasetçiler ve yukarıda anılan isimler tarafından dillendirilen eleştiriler arasında tüm retorik benzerliklerine karşın önemli farklılıklar vardır.
2000'lerde muhalif ve heteredoks iktisatçılar, Post-Washington paradigması dahilinde bağımsız kurumların çalışacağı prensiplerin katılığından ve demokratik süreçlerle değiştirilme/dönüştürülme ihtimalinin neredeyse ortadan kaldırılmış olmasından şikayet ediyorlardı.
Örneğin Dani Rodrik'e göre yeni sistemde, kurumların çalışma prensipleri bir kez belirlendiğinde (ki bunlar çoğu zaman global ekonomiye entegrasyonu ön plana koyuyordu) sözkonusu prensiplerin ekonomik sonuçlarını gündelik hayatlarında hisseden kitleler tarafından değiştirilme ihtimalinin önemli ölçüde kısıtlanması öngörülüyordu. Yani Post-Washington uzlaşısında başarı, kurumların çalışma prensiplerinin, ekonomik ve siyasi önceliklerinin tamamen halktan yani siyasetten koparılmasıyla ilgiliydi.
Dolayısıyla Post-Washington uzlaşısına dair yapılan bu eleştirilerin temel olarak kurumlarla ya da kurallarla bir problemi olmadığı ancak daha esnek ve demokratik yollardan dönüştürülebilir bir kurumsal çerçeve ve kurallar bütünü önerdiği çıkarımsanabilir.
Popülist hareketlerin kurumlarla kavgasının nedeni ise farklıdır. Popülist hareketler (ve liderler) kurumsal iktisadın önde gelen isimlerinden Douglas North tarafından “oyunun kuralları” olarak tanımlanan kurumların gerekliliğini inkâr etmekte ve uzun vadeli ekonomik hedeflere ulaşmak için gerekli olan kısa vadeli kısıtlara tabi olmayı reddediyorlar.
Bir benzetme yapmak gerekirse ilk eleştiriler adil, etkin olmayan ve zamanı geçen kuralların zaman içerisinde güncelleştirilmesi için gerekli kanalların açık tutulmasını talep ederken popülistler, ortada bir oyun olabilmesi için ihtiyaç duyulan kuralları reddetmekte ya da istedikleri her an kuralları değiştirmeyi kendilerine hak görmektedirler.
Bu açıdan bakıldığında popülistlerin istediği kendi siyasi önceliklerine uygun dizayn edilmiş kurumlar, kendi taleplerini karşılayan kurallar ya da kendileri tarafından atanmış bir MB Başkanı değildir. Bu yönde bir talep, örneğin MB Bankası Kanunu’nun değiştirilerek bankanın hedefleri arasına enflasyonla mücadelenin yanı sıra, işsizlik ve ekonomik büyüme hedeflerini de eklemek olabilirdi. (Eski Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi bir röportajında bu yönde bir öneride bulunmuş, ancak bu öneri hükümet içerisinde hiçbir şekilde tartışılmamıştı)
Bugün talep edilen bunun çok ötesindedir. Popülistler kurumların ve kuralların kısıtlayıcı doğasına karşı görünmektedirler ve her türlü kurum ve kuralı, “millet iradesinin tecellisine” büyük bir engel ve hatta bir komplo olarak görüyorlar.
"FED'in Trumplaştırılması"
Bu nedenle AKP'nin son 10 yılda kullandığı siyasi terminoloji içerisinde ülke ekonomisinin “millileştirilmesi” ekonomi yönetimini bu bağımsız kurumların “vesayetinden” kurtarmak anlamına geliyor.
AKP iktidarının kendi atadığı MB Başkanı'nı üç yıl sonra görev süresinin bitimini beklemeden birçok yorumcuya göre hukuka (yani kurallara) ya da en azından teammüllere aykırı bir biçimde görevden alması ancak bu şekilde anlaşılabilir.
AKP ve popülist hareketler, kendi atadıkları bürokratlara, kendi koydukları kurallara bile şüpheyle bakıyorlar. Söz konusu olan bir bürokratın, kurumun ya da kuralın eleştirisi değil, söz konusu kavramlara köktenci bir karşı çıkıştır.
Dolayısıyla mesele, popülist iktidara yakın bir MB ve MB Başkanı talebi değil AKP'nin kurumlara bakış açısını içsellestirmiş ve her türlü kuralı bizzat AKP tarafından tasarlanmış olsa bile esnetebilecek bir MB yaratmak gibi gözüküyor.
New York Times yazarı Paul Krugman, ABD'de yaşanan ve benzer anlaşmazlıkları içeren FED – Trump gerilimini tarif etmek için “FED'in Trumplaştırılması” ifadesini kullanıyor. Buradan bir devşirme yapmak gerekirse yaşadığımız “MB'nin Erdoğanlaştırılması”.
“Erdoğanlaşma”nın sonuçları
Daha önce vurgulandığı gibi, AKP hükümetleri ile BDK'lar ve MB Başkanları arasındaki çatışmanın uzun sayılabilecek bir tarihi var.
Örneğin 2002'de iktidara gelmesinin ardından AKP hükümeti sadece bir kaç yıl içerisinde Kamu İhale Kanunu'nda 100'den fazla değişiklik yapıp Kamu İhale Kurumu'nun bağımsızlığını önemli ölçüde baltalamıştı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın MB ile ilk ciddi çatışması ise 2008 finansal krizinin hemen sonrasına rastlamaktadır. Bu tarihten itibaren “bir kararnameyle görevlerinden alınmakla” tehdit edilen, “dış güçlerin maşası olmakla suçlanan” MB Başkanlarının büyük siyasi baskı altında çalıştığı ve hiçbir zaman tam olarak bağımsız hareket edemediği söylenebilir. Ancak son yıllarda dozajı giderek yükselen gerilim ve geçen hafta yaşanan görevden alma olayıyla birlikte MB bağımsızlığı, hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirilemeyen ama ulaşılmaya çalışılan bir ideal olma niteliğini kaybetmiş gibi görünüyor.
Türkiye'de kanunların, kurumların ve kişilerden bağımsız prensiplerin altını oyan ilk iktidar AKP değil.
1950'lerde ilk serbest seçimlerle iktidara gelen Demokrat Parti (DP) milletvekillerinin meclisteki tartışmalarda kendilerine kanunları hatırlatan muhalefet temsilcilerine “Bu ülkede artık demokrasi var” diye karşılık verdikleri, Turgut Özal'ın “Anayasa bir kez delinirse bir şey olmaz” dediği hafızalarda ve arşivlerde. Ancak çok daha farklı bir dönemin ve politik bağlamın ürünü olan AKP ve dünyadaki yeni popülist hareketler, eski popülizmden farklı olarak kuralsızlığı kural hale getirmeye çalışmakta ve ekonomik oyunu mümkün kılan kurumsal yapıya karşı radikal bir çıkış gerçekleştirmektedir.
Ve son olarak: Popülist siyasetin, kurallara ve kurumlara karşı tutumu tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de öncelikli siyasi fay hatlarını yeniden tanımladığı bir dönem yaşanıyor. Bu fay hattı dahilinde siyasi mücadele, kurallara/kurumlara/hukuka saygı gösteren bir siyasi kültür ile bu kavramlara müdahele etmekten ve içini boşaltmaktan imtina etmeyen bir yaklaşım arasında olacağını düşünüyorum. Umalım ki, bu mücadelede ilki başarılı olsun. (EB/DB/EKN)