22 yaşındaydı.
Öldü.
Öldürüldü.
Yüzyıllardır ataerkil söylemlerin değerini yitirmekten çok, günden güne daha da popülerleştirildiği bir ülkede eril egemenliği her açıdan haklılaştırmayı benimseyen ve bunu hakkıyla yerine getiren geleneklerin ve kadını tektipleştiren normların dışına çıktığı, kendine ait bir hayatı, kendine ait düşünceleri ve belki de Virginia Woolf'un da bahsettiği gibi kendine ait bir odası olduğu için dokuz bıçak darbesiyle öldürüldü, Meral.
Dokuz kere hakaret edildi Meral'e. Belki kadınlığına, belki özgüvenine, belki hayata yeniden başlayabilme arzusuna ve belki de kadına biçilen "zayıf", "ikincil", "güçsüz" gibi ardı arkası kesilmeyen sıfatları reddettiği için ya da kendi ayakları üzerinde durabilme yetisine sahip olabildiği için.
Bir insan sadece bedenen ölmez. Kocası Meral'i önceden de sayısız kere öldürmüştü. Meral her öldüğünde yeniden dirildi, her dirildiğinde biraz daha güçlendi. Öldu. Sylvia Plath'ın Lady Lazarus'u gibi belki de, küllerin arasından kızıl saçlarıyla dirilip doğrulan bir kadın misali ayağa kalktı. Anka Kuşu bile hayranlıkla izledi Meral'i. Çünkü kendisinden başka küllerinden doğabilen, her öldüğünde bir daha dirilme gücüne sahip olan birine rastlamamıştı daha önce. Meral ilkti. Bir kenara çekilip, izledi onu günlerce, aylarca. Küllerinden güçlü bir kadın yarattı önce Meral. Boşandı. Kalfalık belgesini almak için yarım bıraktığı okuluna döndü, ehliyetini aldı. Ardından Bitlis'te küçük bir kuaför dükkanı açtı. Kendi düşünceleriyle dekore ettiği bir odası vardı artık. Fakat, bu kadarı bile eğitim düzeyi her ne olursa olsun erkek evlatlarını "paşa" ve "ağa" kültürüyle büyüten annelerin çekirdeğini oluşturduğu ataerkil ve muhafazakar bir toplum için fazlaydı.
Herhangi bir toplumda kadın seks objesi olmaktan çıktığı an tehlikeli olmaya başlar çünkü. Cinselliğinin dışında, düşünebilme yetisinin de olduğunu kanıtlayan her kadın eril düzene bir tehdit olarak algılanır ve genelde yok edilir. Bir ülkenin tarihinde cariyeler ve sürü zihniyetine sahip tatminsiz bir seks ve harem kültürü varsa, o ülkenin geleceğinden de pek fazla değişik bir şey bekleyemezsiniz. Bazı bölgelerde cinsel yönden feodalleşme düşüncesini benimsemiş "seks ağaları"nın ya da sadece bu ağalarla sınırlı kalmayıp, bu düşüncenin kamulaşmasının ülkenin tatminsiz seks kültürüne büyük katkılarıyla "cariye" kavramı da döneme uyum sağlayıp, modernleşerek, "kuma" kültürüne evriliyor ve kadın her daim cinsel meta olarak görülmeye mahkum oluyor.
Bundandır ki Meral, "Kadın doğmak benim en büyük trajedyam" diyen Sylvia Plath'ın sözünü haklılaştırırcasına dokuz bıçak darbesiyle kocası tarafından ölüme layık görüldü. Annesi kızını öldüren adam için "kızımı çekemedi" derken aslında, kadının erkekten üstün bir pozisyona gelmesine, başarılı, bağımsız ve özgür oluşuna yönelik bir cinayetin de yapıldığı anlaşılıyor. Meral'in en büyük hatası "kadın" olmak mıydı, yoksa böyle bir ülkede doğmak mıydı? Ya da sadece "cinsel meta" olarak görülmeye karşı çıkması mıydı? Kadın-erkek arasındaki uçurumdan, çeşitli geleneklerden kaynaklanan kadın ölümlerini herhangi bir kıtayla, herhangi bir ülkeyle veya şehirle özdeşleştirerek, basite indirgemenin yanlış olacağını düşünüyorum. Öyle ki, Virginia Woolf da bu ayrımı "Kendine Ait Bir Oda" adlı feminizm manifestosunda ünlü yazar Shakespeare'e her yönden eşdeğerde hayali bir kız kardeş yaratarak dile getiriyor.
Bir varsayımdan yola çıkarak, eğer, diyor Woolf, o dönemde Shakespeare'in kendisi ile aynı zekaya, yeteneğe ve imkanlara sahip bir kız kardeşi olsa ne olurdu? Hepimizin çok iyi bildiği bir cevaba Judith'in doğduğu günden itibaren karşılaştığı ayrımcılıklarla ulaşıyoruz. Judith, hiçbir zaman ağabeyi gibi Virgil veya Horace okuyamıyor, ağabeyinin gönderildiği okullar ancak rüyalarında karşılaştığı yerler olarak kalıyor. Judith, toplum tarafından babasının el bebek gül bebek şeklinde büyüttüğü, bireyselliğini kanıtlayamamış bir makineye dönüştürülüyor. Ve en sonunda hayallerinin peşinden gitmek için toplumun kanıksadığı değerleri yıkarak, evden kaçıyor ve bilindik senaryo, ölüyor. Başka bir örnek verecek olursak, Agnes Varda'nın Vagabond (Çatısız Kuralsız) adlı filminde, Mona, kadına yüklenmiş değerleri reddettiği, stereotip kadına antitez oluşturan özgün kişiliği ve özgür bir kadın olması sebebiyle toplumun hiçbir zaman kabul etmediği veya edemeyeceği bir karakter olarak ölüme mahkum ediliyor filmin sonunda. Bu, herhangi bir ülkenin sınırlarına dahil edilemeyecek kadar evrensel bir mesele, kadın hiçbir zaman, hiçbir yerde birinin "karısı" veya birinin "anası" olmaktan öteye gidemiyor. Bu rollerin dışına çıkınca da ölüm emri kaçınılmaz oluyor. Peki sadece "kadın olmak" ölmek veya öldürülmek için yeterli bir sebep mi? Sorular yanıtsız, failler ise haklı kalıyor her daim. Sistem böyle işliyor sanki. Susmak işe yaramıyor, çığlık attığımız zaman ise sanki bomboş bir odadaymışçasına kendi sesimizi daha derinden duyup, ürküyoruz. Kapılar kapalı. Ülkenin yalıtımı o kadar sağlam ki duymuyor bile sesimizi. Zaten duymamak için o yalıtımı yaptırmış sanki. Her korkak gibi tedbirli.
Sonra bir gün bir kadın "kadın cinayetlerine ve kadına yönelik şiddete" karşı bir çığlık atarak, kapalılığı kanıksanmış o kapıyı açıyor. Melek Özman, yapımcılığını Filmmor Kadın Kooperatifi'nin üstlendiği, Aynur Doğan'ın "Dotmamê", Feryal Öney'in "Hayat Benimdir", Fulya Özlem'in Meral'e "Ağıt", Neslihan Engin'in "Nazo", Rojin'in "Mirin" ve Sezen Aksu'nun da "Ünzile" şarkısıyla katkıda bulunduğu, Meral'in annesinin ise hala dinmeyen gözyaşlarıyla içini döktüğü, kadının her zaman ötekileştirilmesinin farz sayıldığı ağzı, gözü ve kulağı kapalı bu sisteme karşı oluşturulan kolektif bir haykırış niteliğine sahip bir kadın cinayeti belgeseli yaratıyor. Kızının bir daha gelmeyeceğini bilen anne, kendi kızı gibi başka kadınların da öldürülmemesi için Van Kadın Derneği'ne başvurarak, Melek Özman'a ulaşıyor ve ortak bir davayla hep birlikte küçük de olsa bir mücadeleye başlıyorlar. Hani Meral, bir belgesel olarak istatistiklere odaklanmıyor ve cinayeti başka bir kadın cinayetiyle karşılaştırma gereksinimi duymuyor, daha çok annenin bitmek bilmeyen acısına vurgu yapıyor. Tek bir canın istatistiklerden daha önemli olduğunu söyleyen Melek Özman, belgesel süresince anneyle yaptığı röportajın arasına Meral için yakılmış ağıtları özenle serpiştirerek, filmi Lorca'nın kaleminden dökülen bir ağıda dönüştürüyor.
"Ey sevip de karşılık göremeyen prenses / Uysal bir şehzadeye benzesin isterdin aşk, eteğini tutsun da gelsin öyle peşinden /Çiçek, şiir ve inci gerdanlıklar yerine gülleri kuru bir dal verdi ölüm eline."
Ölüm ona gülleri kuru bir dal verdi, ama ölüm bize güç de verdi.
Meral'in savcılığa üç kez dilekçe verdiğini, fakat dilekçelerin hiçbir şekilde değerlendirilmediğini belirten anne, cinayetin "kader" olmadığını, cinayetten devletin sorumlu olduğunu dile getiriyor. "Hani Meral"in 25 Kasım günü Feriye Sineması'nda yapılan galasında, Nuriye anne gala gününü gözlerinde yaşlarla "Meral'in kına gecesi" olarak nitelendirdi. Her kına gecesi gibi hüzün ve mutluluğun karışık olduğu bir gün. Mutluydu, çünkü belki de artık kızı gibi başka Meral'ler de ölmeyecekti. Sesini duyurdu. Haykırdı. Ağladı, içindeki öfkesini boşalttı. Hepimiz Meral'in kına gecesinde gözyaşlarımızı gizleyerek, mutlu olmaya çalıştık.
Fakat, Rojin'in Mirin'de söylediği gibi, bu ülkede her gün faili belli sokaklara uyanıyor masum çocuklar. Bitmek bilmeyen bir kabus gibi, bu ülkede failler her geçen gün artıyor, sokaklarsa masum çocuklarla doluyor.
Umarım bir gün umutlarımızı hala yitirmemişken, farklı bir sabaha uyanabiliriz bu ülkede. (BÇ/ÇT)
* Hani Meral, 25 Kasım ila 9 Aralık arası her gün 12.30'da Feriye Sineması'nda gösterilecek.
* Filmin gişe geliri Meral'in kızına bağışlanacak.