"Suyunu, dağını, toprağını, çevreyi de kendisi kadar her şeyini seveceksiniz. bunu sevdiğiniz bir sürede, bunları yapıtlarınıza geçirebildiğiniz ölçüde büyük ve yol gösterici olacaksınız."
Çok şey öğrendiğim, benim için neredeyse "günlük bir gazete" anlamına gelen Diyarbekir İletişim Listesinde sevgili arkadaşım Ergün Eşsizoğlu her gün derlediği "Tarihte Bugün" unuttuğumuz birçok şeyi izleyenlere anımsatıyor.
19 Kasım'ın "Tarihte Bugün"ün en üstünde bir fotoğraf vardı. O fotoğrafta tanıma şansına ve onuruna sahip olduğum "bir göz", koyu kalın çerçeveli gözlüklerin ardından bana bakıyordu.
O fotoğrafa baktım ve aklıma gelenleri serbest bıraktım, anılar birçok fotoğraf karesi şeklinde aktı, dolandı durdu beynimin içinde.
İlk tanışma
İstanbul Üniversitesi'nin yan sokağında İşletme ve İktisat Fakülteleri'nin arasına sıkışmış dört katlı bir bina vardır. 1978'in başları olmalıydı. O dönemde "tıp kütüphanesi"ydi.
Orada ders çalışırdık; Mediko-Sosyal Merkezi'nde sürdürdüğümüz sosyal kültürel çalışmalardan ve Süleymaniye Camisi'nin karşısındaki kahvelerde geçirdiğimiz zamanlardan arta kalan anlarda.
Kütüphanede sigara içilmediğinden saat başı aşağıya iner kapının önünde öğrendiklerimizi konuşarak, orada içerdik sigaralarımızı. İşletmenin kız öğrencilerinin tıbbiyelilere tav olduğu şeklinde bir önyargıyla onları "kesmeye" çalışırdı bazılarımız. Bu nedenle olmalı sıkça da İşletme Fakültesi'nin altındaki kantine gidilirdi.
Enver Gökçe'yle ilk o kantinde karşılaştım. Kendisiyle değil tabi. Bir kitabıyla. Öğrencilerden birisi ona "yardım" olsun diye bir şiir kitabını çantasına doldurmuş satıyordu.
Kitabın adı "Panzerler Üstümüze Kalkar" (1978) idi. Ben de aldım, kısıtlı öğrenci harçlığımla bir tane. Adını ilk kez o zaman duymuştum. Bu kitabın satan gencin kendi kitabı olduğunu sanmıştım. Kitabın arkasını çevirdiğimde Enver Gökçe'nin fotoğrafıyla karşılaşınca öyle olmadığını anlamıştım.
Şiire dair
Okuduğum şiirler her satıra bir sözcük gelecek şekilde alt alta dizilmişti. Şiirden çok anlamazdım. Ortaokul ve lisede "edebiyat" kitaplarında öğretildiği kadarıyla şiir bilirdim.
İlk aldığım şiir kitabı, bir ödev için gerekli olan Necati Cumalı'nın bir şiir kitabıydı. Sonrasında kitaba para ayırmayı öğrendikçe Nazım'ın şiir kitaplarını alır okur oldum.
Nazım'dan serbest vezni ve satırların başlangıç yerlerinin merdiven gibi birbirinin ardından gelebileceğini, ya da kimi sözcüklerin bölünerek alt satırda devam edebileceğini öğrenmiştim. Ama bir şiirin bütününün her satırda bir sözcük olacak şekilde alt alta gelebileceğini ilk kez Enver Gökçe'nin şiirlerinde görmüştüm.
Üstelik de neredeyse tüm kitap böyle yazılmış şiirlerle doluydu. Okudukça, hele sesli okudukça şiirdeki müziği ve anlatımdaki "anlam"ı fark ettim, sevdim bu şiiri. Hatta sonraları öykündüğüm ve onunkilere benzer denemeler yaptığım da oldu.
Mediko Sosyal Merkezi'ndeki tiyatro çalışmaları sırasında tiyatronun kuramına dair bir şeyleri okudukça, Brecht'in sahne üzerindeki her şeyin bir işlevi olması gerektiğine dair düşüncelerini anladıkça, sanatın gereksiz, işlevli ve anlamlı olmayanın atılarak gerçekleşebildiğini fark edince, hele hele Polonyalı Grotowski'nin "Yoksul Tiyatro"sundan haberdar olunca, Enver Gökçe'nin şiirdeki o sadelik ve onun içindeki anlam yoğunluğunu çok daha iyi fark ettim ve daha çok sevdim. Kimi okuma tiyatrosu denemelerinde onun şiirlerine de yer verdiğimizi anımsıyorum.
Şiire dair bugünkü nitelendirmelerimin çoğunun kaynağında sanırım Enver Gökçe olduğunu söyleyebilirim. Bir ozan "İnce işçiliktir şiir" der; gerçekten de elmasın yontulup pırlanta haline getirilmesidir bence şiir.
Bunun için, bir heykeltıraşın söylediği gibi "fazlaları atmak" gerektiğini de ilk o zaman fark etmiştim. Ama bunun da büyük bir dikkatle ve özenle yapılmasının, aynı zamanda bir anlamın ve müziğin de onun içinde olması gerektiğini de o zamanlarda öğrendim.
Enver Gökçe'nin ikinci okuduğum şiir kitabı ilk aldığımdan daha önce yazdığı "Dost Dost İlle de Kavga"dır (1973). Ardından hepsini aldığımı ve okuduğumu anımsıyorum.
Yüz yüze tanışma
Sonraki dönemde bir gün öğrendim ki Enver Gökçe Ankara'da bir Huzurevi'nde kalmaktadır ve yalnızdır. Öğrencilere yönelik bir dergi için hazırlayacağımız bir yazı için onu ziyaret etmeye karar verdik arkadaşlarımla.
Lise son sınıfa başladığım yıl Ankara'dan İstanbul'a taşınmıştık, babamın emekli olması nedeniyle. Yaklaşık 3-4 yıl olmuştu ve ben bir daha Ankara'ya gitmemiştim.
Ama Ankara'yı bildiğim varsayılarak ben katılmıştım ziyaret ekibine. Trenle gittik Ankara'ya. Ankara'dayken hiç gitmediğim Seyran Bağları Huzurevi'ni bulduk bir "kuşluk vakti".
Enver Gökçe'yi orada bulmak zor olmadı. Odasındaydı. Oraya çıktık doğruca. Odasındaydı ve altında pijaması vardı. Kapıyı açtığında, sonra kapıyı kapatıp bizi biraz bekletti ve bir süre sonra yeniden kapıyı açıp içeri buyur etti. Artık üzerinde pantolonu, gömleği ve yün yeleği vardı.
Çok heyecanlıydı. Sanki bizi bekliyordu. Büyük bir muhabbetle ve eskiden beri bizi tanıyormuşçasına kucakladı ikimizi de. Sonra "hoş geldiniz çocuklar, beni çok mutlu ettiniz" dedi.
Küçücük ve kitaplarla dolu odasında birimiz yatağın kenarına onun yanına, diğerimiz de odadaki tek koltuğa oturduk. Odadaki küllük tepeleme sigara doluydu. Bize de sigara uzattı. Koca bir şairin yanında sigara içip içmemenin ayıp olup olmayacağını düşündüm, sonra da sıkılarak kabul ettiğimi anımsıyorum. Sigaraları yaktıktan sonra uzun bir sessizlik anı oldu. Gözündeki kalın siyah çerçeveli gözlüğün kenarından gözündeki ıslaklığı o zaman fark ettim.
Uzun süredir babasını ziyaret etmeyen "hayırsız evlatlar" gibiydik. Sanki bu gecikmiş ziyaret nedeniyle baba çocuklarına kızamamış, ama üzüldüğünü de gözyaşlarıyla belirtmişti.
Çok sonraları bunun aslında bir tür mutluluk gözyaşları olabileceğini de düşünmüştüm. Kendimizi tanıttık ve meramımızı anlattık. Çok daha mutlu oldu. Bize, insanlara, gençliğe, solculuğa, şiire, sanata dair uzun uzun anlattı. Biz de dinledik onu.
O ziyaretle ilgili yazılan yazıda bunlardan neler yer aldı şimdi unuttum; ama o koca şairin gözümde hem daha bir büyüdüğünü ve daha yakınlaştığını anımsıyorum.
Bir de onu orada kimsesiz ve yalnız bırakıp yanından ayrılmanın aslında ne büyük bir "kabahat" olduğunu düşündüğümü. O kabahati sonraları da hep işlemeye devam ettik; bir daha onu ziyaret etme koşul ve olanağımız olmadı.
Sevgili Çağatay Güler'in dediği gibi o zaman biz onun "derdine ad koyup gitmiş"tik. Yetmişlerin sonundaki o çatışma dolu günlerde belki daha fazlası da yapılamazdı. Yine de bir sonraki yıl ODTÜ Tiyatro Şenliği nedeniyle Ankara'ya yeniden gittiğimizde onu bir kere daha neden ziyaret etmediğimiz sorusunun yanıtını hâlâ kendi kendime veremiyorum.
Onun artık bu dünyada olmadığını da ancak ölümünden birkaç gün sonra ulaştığım Cumhuriyet gazetesinde okuduğumu anımsıyorum.
Kimler anımsıyor?
Aradan 28 yıl geçmiş. Bugün genç kuşaktan Enver Gökçe'yi anımsayan, onun şiirlerini okuyan, ondan şiiri öğrenen, anlayan kimler var bilmiyorum. Onun çektiği sıkıntıları ve yaşadıklarını bilen, öğrenmek ve anlamak isteyecek kaç kişi çıkar onu da bilmiyorum.
Adına bir anma töreni yapılır mı, ölüm gününde mezarı ziyaret edilir mi, yaptıklarının, şiirlerinin, şiire ve halk sanatına dair düşüncelerinin araştırıldığı bir bilimsel ya da akademik yapı kurulur mu bunları da bilmiyorum.
Çok sonraları okuduğum onunla ilgili bir İlhan Başgöz yazısı geldi aklıma. Araştırdım, nette buldum. Yeniden okudum, hem yazıyı hem de Enver Gökçe'nin yaşadıklarını, çektiklerini bir daha anımsadım.
İki kez gittiğim Erzincan'ın Eğin ilçesi sınırları içinde, bilemediğim için gidip görmediğim onun doğduğu ve bir dönem yaşadığı "Çit köyü"nü düşündüm sonra; o köyde ona dair bir iz var mıdır diye merak ettim.
Net üzerine yaptığım taramada köyün web sayfasına rastladım. Oradan da Enver Gökçe'nin bir dönem on yıl kadar yaşadığı köy evinin son yıllarda "müze"ye dönüştürüldüğünü öğrendim.
Enver Gökçe'nin salt bazı insanların belleğinde kalmadığını, bir biçimde hâlâ yaşadığını, ona dair bazı izlerin kaldığını öğrendiğim için çok sevindim. Sonra onun "genç sanatçı arkadaşlara öğütler"de şunları söylediğini anımsadım:
"İyi bir sanatçı olmak için önce, kendi halkını sevmesi daha doğrusu bu halkın içinden, bu halkın en devrimci sınıfına bağlılık göstermesi; içtenlikle bunu yapması şarttır. Hayatı tüm yönleriyle seveceksiniz. İyilik kötülükleriyle, pisliğiyle, fakat seveceksiniz. Suyunu, dağını, toprağını, çevreyi de kendisi kadar her şeyini seveceksiniz. bunu sevdiğiniz bir sürede, bunları yapıtlarınıza geçirebildiğiniz ölçüde büyük ve yol gösterici olacaksınız."
İşte en azından onun adına yapılan bu müze nedeniyle ve unutmadığı, unutturmadığı için bile bu coğrafya, bu halk ve bu yaşam sevilmelidir.
İşte bu nedenle yaşanılan coğrafyayı, o coğrafyanın ayrımsız tüm insanlarını sevmek, o insanların yaşamlarını anlamak, anlatmak yalnız sanatçılar için değil, bence tüm insanlar yani hepimiz için en önemli görevlerden birisi ve aynı zamanda da yaşamı anlamlı, güzel ve değerli kılan bir tutumdur.
Keşke hepimiz onun bu önerilerin gerçekten, her zaman ve hakkıyla başarabilsek.
Ama nerede!...
Hayıflanmayı bırakıp, sözü onun "Bir alıp satıcı gönül" başlıklı şiiriyle bağlayalım, onu saygıyla ve sevgiyle analım:
"düştüm bir öylesi çekilmez derde / ne ölümü düşünürdüm, ne yaşamak korkusu, / ne sır aradım her şeyde, ne gariplik var serde, / ne kara sevda, ne sevmek ne sevilmek arzusu / artık her şarkı dokunur bana bu şehirde.
hasret nedir bilmezken o kadar / şimdi, her an, her yerde gurbetteyim. / çünkü daha görmediğim güzellikler var, / öyle bir yürek koymuşlar ki içime neyleyim, / her yere gönlümü vermeden geçemem dostlar!
ben deli miyim bilmem mi neler ettiğimi. / bir han köşesinde yatmayana kerem diyorlar, / ne tuhaf bu insanlar derdini dökmeyinen / çaresiz derde bulunmaz merhem diyorlar,
ah.. bir alıp satıcı gönlüm var gezer çarşı çarşı, / başım güneşe düşmüş yanmayı öğrenir. / nolur böyle duradursun cama güneşe karşı, / gönül her yerde bir kardeşim, güzel her yerde bir.. " (MS/EÖ)
(*) Fotoğraflar köyün ve müzenin web sayfasından alınmıştır.