Başıbozuk, aklına uyruk, melodik öyküler...
“Kalk, uyan, kıpırda, ekmeği kaldır sofradan kırıntıları topla, suyun varsa yıkan ve 'gün batımı bi sigara içerim' diye geçir içinden, mesela Boğaz'ın batı yakasını en kestirmeden kesen yolun kıyıya takıldığı yerden... Keşişlemeden es eseceksen. Yıka vur kendini kendine bile söylemeden... Ordan devam et ve yaşa... Kurşun kalemle beyaz kağıda döker gibi yaşayacaksın hayatı : Kendinden emin , güvençle ilerleyen , başı bozuk, aklına uyruk...” N.A.
Bir kabusun tam ortasındayız ve gülüşümüzü çalmak isteyen, düşman bir iklimle kuşatıldık nicedir. OHAL ikliminin boğuculuğunda ve KHK’larla sıkboğaz edildiğimiz günlerde, iyiden iyiye açığa çıkan fütursuz acımasızlıkla baş etmeye çalışıyoruz. Kolaylıkla teslim olabilir insan, eğer bir konformist ise. Ama bu sert iklimde, konformizm gibi bir kaçışa sığınmayanlar da sandığımızdan çok neyse ki. Günler giderek ağırlaşsa da, gündeliği yeniden örgütleme sorumluluğunu üstleniyoruz aynı zamanda. Uzunca bir süredir, takvimin günlerini felaket haberlerine bölmekten yorgun düştük. Şaşkındık ve bu kadarını da beklemiyorduk. Üst üste binen tüm bu felaket sahnesi içinde sesimizi yitirmedik belki ama karamsarlıkla iyimserlik arasında utangaç gelgitler kapladı ufkumuzu. Yaşamak ayıp geldi çoğu kez, onca ölen insanın bıraktığı boşlukta. Gabriel Garcia Lorca’nın kadınları gibi, yüzümüzü duvara dönüp karanlık bir yasa teslim olmamak için, çok direndik. Ve aslında anladık ki, hayatı öldürmek en büyük yenilgiydi ve umudu elden bırakmayan bir dirençle ve üretmeye ve paylaşmaya devam ederek, bizden çalınan öz güvenimizi teslim etmemekti aslolan.
Bunca acımasızlığın kuşatmasında, en çok, koşmayı ve ıslık çalmayı özledim; Gezi günlerinde, ülkenin farklı kentlerinde, kendiliğinden gelen o kahkahalı direnişi... Evet! Bunca hüznün ve engellenmenin ortasında hala gülebiliyoruz, sevebiliyoruz belki ama ıslık çalamıyoruz ve kahkahalarımız rengini kaybediyor sanki. Ellerim ceplerimde bir türkü tutturup yürüsem ve deli olduğumu düşünseler, “umrum değil” derim. Ama artık saldırıyorlar da. Islık bile çalamazken, iyi kötü hayata dahil olmanın yollarını, her geçen gün yeniden üretmekte zorlanır olduk. Somut işsizliğin ötesinde, yoğun bir kontrol-otokontrol döngüsüne teslim olmamak, yegane uğraşımız oldu. Yani demem o ki, iç sıkıntılarına doyamadığımız son bir kaç yıldır, iş yapmak, üretmek de zorlaştı. Zorbaca engellemenin de ötesinde, katı bir hoşnutsuzluk ve yargılama ikliminde yaşıyor olmanın iç engelleri de bindi sırtımıza. Bir yandan, teslim olmama iradesini ayakta tutanlar var ve neyse ki az değiller.
Diğer yandan, mücadele ettiğimiz onca olumsuzluk yetmezmiş gibi, yanı başımızda görünüp, sürekli had bildirenler var. İnsanın ruhunu en çok kurutanlar da bunlar. Kendisine destek olmak için işini gücünü bırakıp, hukuki bilgilendirme toplantılarına katılan genç bir avukata, “bulunduğunuz ortamın düzeyine göre konuşunuz” ayarı çeken, hadsiz idare hukuku profesörü gibi papyonlu ve kaknem bir “beğenmeyenler çetesi” de, mücadele edilmesi gerekenler listesinin ilk sırasına çöreklendi nicedir.
Pek çok koldan mücadele veriyoruz; hayatımızı, varolma hakkımızı ve üretme özgürlüğümüzü kazanmak ve korumak için. Karamsarlığı dayatan kuşatma karşısında, her şeye rağmen, giderek daha fazla cesaret kazanıyoruz. Özgürlüğümüzü ve yaşam sevincimizi örgütlediğimiz alanlar açıyoruz giderek daha fazla. Bu yüzdendir, şarkılarımızı, kahkahamızı ve halayımızı bunca esirgememiz. Her koşulda, biriktirdiklerimizi söylemek lazım ve anlatmak... Şarkıyla, öyküyle, dansla, bildiğimiz yol her ne ise onunla...
Zira hayat, printerdan beklenecek bir çıktı değil, yaşanmayı bekliyor sonuç olarak. Piyasa koşullarında her şey çok büyük, çok parlak, illa ki janjanlı ve bu denli parlatılandan, gözlerimiz dumura uğramış durumda. Satışın ve değişim değerinin dünyasında, çok bağıran çok satsa da, aslında boş satıyor ve ömrümüz koca bir boşluğa ipotekleniyor. Ulaşmak için kendimizi heba ettiğimiz standartlar, aslında ne istediğimize kulak asmayan mayın tarlaları gibi. Orada olmayanı ele geçirmenin karşılığı, asla dolmayacak bir boşluk. O halde, şimdiye dair konuşmak, gözden kaçırılanı yakalamak ve değersizleştirileni yeniden meşruluğuna kavuşturmak, anlamlı bir hedefi tanımlayabilir. Mümkünü düşünmenin, tasarlamanın ve hatta mümkün görünmeyeni yaratmanın yolunu açan üretimlerle seslenebiliriz birbirimize ve dünyaya. Bize rağmen ve bizim dışımızda belirlenene karşı, kendi sesimizi ve yapma biçimimizi cesaretle çoğaltabiliriz.
Melodik Öyküler, tam da böyle bir anlayışın ürünü. 28 Nisan’da, Ankara Nefes’te, Nilüfer Açıkalın ve Jehat Hekimoğlu ile başka hayat-öykülerin izini sürdük, müziğin ve hikaye anlatıcılığının farklı halleri aracılığıyla. Oyuncul, güler yüzlü ve hoş sohbet bir sahneydi izlediğim. Sahnede sağlam bir ekip, daha doğrusu bir ansanbl vardı. Jehat Hekimoğlu (gitar ve yorum), Doğan Özcan (trompet) ve Serhat Mertal Kayan (drum-perküsyon)’dan oluşan grup, Jehat Hekimoğlu’nun “Şahsına münhasır şarkılar”ını ve Nülüfer Açıkalın’ın kıvrak, güçlü ve oyunbaz kaleminden çıkan öykülerini, şahsına münhasır bir performansa taşıdı.
Melodik Öyküler, ıslık çalarken aylakça yürümek gibi. Bazı bazı, sebepsiz bir kaçma isteği ile koşmak gibi. Bazen de inadına, hayatın üstüne üstüne yürümek gibi. Kah koşup, kah usul adım yürürken ve tam hülyalara dalmışken, yokuş aşağı freni patlatıp yuvarlanmak gibi. Tam da nefesim tıkandı derken ve aylardır gem vurulmaz bir koşma isteğine tutulmuşken, sadece melodik de olabilen öykülerin değil, müziği de öyküye taşıyan emeğin en keyifli haline tanık olmak, nefesimi açtı. Ve alışık olduğum şarkıların bambaşka yorumlara taşındığı, samimi, sıcak, yakın ve yalın, hayli hoşsohbet bir performanstı tanık olduğum.
Gündelik hayatın akışına sıkışanın peşinden gideni seviyorum. Unutulanı, gözden kaçanı, asla düşünülmeyeni ya da daha önce hiç öyle bakılmamış olanı çağıran öykü, müziğe durduğunda ya da müzik öyküye yol olduğunda, dünya daha yaşanabilir bir hal alıyor. Daha yakın ve ulaşılabilir. Ve ritim. Hayatın kalp çarpıntısı ritim. İlksel, yalın ve aslında hep bizimle olanı hatırlamamızı sağlayan. Melodik Öyküler’in peşine takıldığımda, bir yandan da öyküye çağırılan insanları, sokakları, İstanbul’u-tüm kargaşası, hızı ve çokluğuyla- gözlerimde canlandırdığım sine-masal bir keyif de yaşadım. Tiyatro kökenimdir belki de bu yakınlığın sebebi. Kısacası, bağırmayan ve bu yüzden çağıran melodiler öyküye, öyküler melodiye dökülürken, dinlendiğimi hissettim.
Parkta, yolda, köprüde, kıyıda, bazen bir tepede, bazen bir bodrum katında kayda geçirilen, bize ait olanın, belki dillenmemiş ya da önemsenmemiş ama illaki izi kalanların izini toplayan, biriktiren ve sonra paylaşan, heybesinde saklamayan topladıklarını, ortak eden, kucaklayan, güler yüzlü ve mütevazı bir gruptu sahnede gördüğüm. Paslaşmayı sevdikleri için sevdim sahnelerini. Kol kola ıslık çalarken ve sek sek oynar gibi söylemek şarkıyı ve sözü, gitarla, bateri ile trompetle, ışıkla... Usul usul ama birikerek yükselen... Esrimenin, silkelenmenin, göğe haykırmanın ama en çok da sözün hükmedemediği yerleri hatırlamanın müziği. Melodik öyküler, bir yanıyla Nilüfer Açıkalın’ın öykülerini müziğe dönüştüren ama diğer yanıyla da müziği söz yapan bir performans.
O halde sözü, internet üzerinden üretimlerini paylaştıkları “Evyapımıişler”e getirmenin de yeridir. Evyapımıişler, dijital ortamda yaratılan ortaklaşmacı bir üretim alanı. Müzik ve görüntüyle, ses ve sözle birbirine el veren ve üretimleriyle konuşan insanların mecrası. Usul, sakin, muzip ve üretken bir mecra. Üretimi herkes için ulaşılabilir kılan, cesaret veren bir yaklaşımın ürünü. Aramak, denemek, sonuç odaklı olmanın geriliminden uzaklaşıp, süreci ortaklaştırmak gibi az rastlanır bir anlayış hakim. Belki de en çok bu doğaçlama ruhunu sevdim.
Üretmek ve üretim yoluyla düşünceyi dünyaya açmak, seslenmek dünyaya ve yankılanma isteği, hepimizi ortaklaştıran bir istek aslında. Seslenmenin kriterleri, normları, düzenleyici ilkeleri ve her üretim alanının kendi standartları var kuşkusuz. Profesyonellik asgari bir standart talep ediyor ama üretimin ruhu, bana göre, amatörlüğün maceracı tutkusunda ortaya çıkıyor.
Üretimin önündeki en büyük engel de aslında düzenleyici ilkeler alanından geliyor gibi. Estetik üretim dünyasında neyi, niçin, nasıl yaptığımızın değerlendirilmesini isteriz ama İşaret parmağı burnumuza dayalı bir hoşnutsuzluk iklimi egemen olduğunda da sesimizin içimize kaçması gibi bir risk vardır.
Bütün bu yüksek yerden bildirenlerden kaçıyorum ben. İddiası kendinden önde gitmeyen ve yaptığı işi, amaç olmaktan çok, insana ulaşmakta bir araç olarak gören üretimlerle ilgiliyim. Zaten yapmak istediğini yapan, “nasıl yaparız”a kafa yoran ve yaptıklarıyla soruları çoğaltanları seviyorum. Tiyatro, sinema, yazın ve müzik alanında, el verip-el almayı varoluş sorununa dönüştürmeyenleri... Bilgiyi ve bilme sürecini kapatmayanı, bilme hallerini değeri kendinden menkul bir kast sistemine devşirmeyeni... Aynı zamanda, bilgiyi dışlayarak “ben yaptım oldu”culuğa da savrulmayanı. Üretimde karşılıklılığa önem vereni seviyorum. Onlar çalmayı ve söylemeyi seviyorlar, siz de seviyorsanız takibe alın “Evyapımıişler”i. Bir de yolunuzu Cihangir’de açtıkları stüdyolarına düşürün, sohbet garanti. Gerisi üretme arzunuza kalmış.
Bu da bonus olsun. (OY/EA)