jale karabekir’in yönetiminde “kadın” oyunlarıyla bilinen tiyatro boyalıkuş yine zor bir işin üstesinden gelmiş, “melek” adlı oyunda bir “meleğin yalnızlığını” sahneye getirerek 70 dakikalık oyunu neredeyse tek başına ve soluksuz sergileyen yeşim koçak izleyeni, bir ünlü tiyatro oyuncusunun “makûs talihine” tanık ediyor.
aynı adlı arabesk müzik sanatçısından önce de ferdi tayfur* ismini bilirdim. trt radyolarındaki “klasik” türk müziği programlarındaki anonslardan da muhlis sabahattin’i.
50’li yaşlarını sürenler onun şu şarkılarının güfte ve bestelerini muhtemelen iyi bilirler. “bahar geldi gül açıldı” (hicazkar); “dün gece saz meclisine neden geç geldin” (nihavend); “pencerenin perdesini aç bana göster yüzünü” (hicaz); “hatırla sevgili, o mesut geceyi” (nihavend). belki “ayşe opereti”ni de anımsayan çıkar.
ama doğrusu pek çok insan gibi “melek kobra”dan benim de haberim yoktu, bu oyunu izleyene kadar. onun muhlis sabahatin’in kızı ve ferdi tayfur’un da karısı olduğunu da bilmiyordum. erkek egemen toplumlarda kadınların değişmez hâli de bu aslında! varlar ama yoklar, varlar ama bilinmiyorlar!
bilmiyor ve yok sayıyoruz!
1915-39 yılları arasında topu topu 24 yıl yaşamış. ama bu süre içine belki de 80 yıllık bir ömürde yaşanacak güzellikler ve acıları bir arada yaşamış bir insan “melek ezgi tayfur” ve kendi seçimiyle “kobra” soyadını alan bu yalnız kadın.
sahnede gösterilen yaşamın biyografisini, oyun programında tiyatro boyalıkuş şöyle anlatmış:
“yıl 1939. yer, cerrahpaşa hastanesi. melek veremle savaşıyor. daha 24 yaşında.
cumhuriyet dönemi sanat camiasında önemli bir isim, melek. döneminin ünlü operet, tiyatro, sinema ve dublaj sanatçısı. babası, ünlü besteci muhlis sabahattin ezgi. halası, en ünlü kadın bestecilerimizden neveser kökdeş. kuzeni, türkiye ve dünya güzeli keriman halis ece. eşi, dublaj kralı ferdi tayfur (onun kız kardeşi adalet cimcoz). en yakın arkadaşı, gülriz sururi’nin annesi, süreyya opereti’nin primadonnası suzan lütfullah. onun adı melek. ilk önce melek sabahattin, sonra melek ezgi, daha sonra melek tayfur, ölüme yaklaşırkense hatıratında kendine bir başka soyadı alarak, melek kobra olarak karşımıza çıkıyor.”
cerrahpaşa hastanesi’nin bir odasında yalnız başına yatarken sonradan gökhan akçura tarafından “hatıratım: melek kobra” adıyla derlenen günlüğünde tuttuğu notlar arasındaki şu sözler onun ruh halini, yönelimini, düşlerini belki de en iyi anlatan ibareler:
“... şimdi eğlenen, içen, gülen, coşan bir kitleyi düşünüyorum. of ne dayanılmaz bir zevk alemidir şimdi beyoğlu... sürükleyici bir cazbandın tatlı müziği ile dönen bir kitle, içilen bir tek içkinin tesiriyle süzülen gözler. dönen başlar, dolaşan ayaklarla gülen, mütemadiyen gülen bir kitle. ziynet ve muhteşem tuvaletleriyle gökteki yıldızlar gibi parlayan kadınlar. kolalı yakalarını bozmamak için tahta bir manken gibi dikleşen parlak saçlı erkekler. bir haftadan beri herhangi bir makyör tarafından zorla gerilip, binbir itina ile boyanan ihtiyarlar. birer biblo kadar zarif, ince genç kızlar... ve sonra hastalar. ne acı tezat değil mi? ..”
çevremde yakından tanıdığım aslında hemen hepsi hâlâ “çocuk” olan halen 24 yaşında olan insanları düşünüyorum. sonra da yaşamlarının sonunu bu yaşlarda yaşayan başkalarını, örneğin gezi direnişi sırasında, roboski’de yaşamlarının baharında aramızdan ayrılanları.
ister istemez kıyaslıyorum ve onun “trajedisi”ni ve bu trajediyi yaratan, hepimizin ya bizzat yaparak ya da yeterince ses çıkarmayarak neden ve dahil olduğumuz “erkek egemen” toplumun günâhlarının büyüklüğünü bir kere daha ayrımına varıyorum.
sonra da bu günâhların, yaşadığımız anda engellenen başka günâhlarla, örneğin dekoltesi açık sunucuların ekrandan çıkarılmasıyla kıyaslıyorum. bu iki kıyas aslında iki dönemin arasındaki farkı ve de benzerliği düşündürüyor bana.
uyuşturucu ve verem
vikipedi onun biyografisinde uyuşturucu bağımlılığının eşi ferdi tayfur’dan etkilenerek oluştuğunu yazıyor. ama yakalandığı ve ölümüne neden olan tüberküloz’un kaynağının kim olduğunu, böyle toplumun üst düzey tabakasına mensup birisi olarak bu hastalığı nasıl aldığını bilmiyoruz.
o zamanlar veremin “kavuşulamayan aşklar, ulaşılamayan sevgililer”den kaynaklandığı düşüncesinin herkesçe benimsendiği düşünülürse, bu sorunun başka ve doğru yanıtlarını arama zorunluluğu da ortadan kalkar.
verem basiline karşı henüz etkin bir ilacın olmadığı o günlerde gerçek nedenler saptansa da çözümün çok olanaklı olmadığını düşünürken birden aklıma sağlık bakanlığının yayınladığı verem istatistiklerinde belirtilen “14.430” hasta geliyor. onların 21. yüzyılda hâlâ bu kadar “çok olmaları”nın nedeni “kavuşulamayan aşklar” olmasa gerek.
o hastaların içinde adlarını sanlarını bilmediğimiz bazıları yaşadıklarını melek kobra gibi günlüklere kaydediyorlardır büyük olasılıkla. belki de onların bazıları yıllar sonra tıpkı gökhan akçura’nın yaptığı gibi sahaflarda bulunarak kitaba, tiyatro boyalıkuş’un yaptığı gibi bir “oyun”a dönüşecek.
geçen 75 yıla karşın geldiğimiz bu noktanın “böyle gelmiş böyle gider” düşüncesinin somut bir kanıtı olup olmadığını sorguladım, yanıtlarını bulamasam da kendi kendime!
yalnızlık ve ölüm değil şenlikli dayanışma
oyunda öncelikle yeşim koçak’ın gerçekten üstün performansı ve etkileyici oyunculuğu dikkât çekiyor. çok uzun bir süredir bir kadın oyuncunun tek başına böylesi bir performansına tanık olmamıştım. böyle bir yorumu izlemenin verdiği keyifle bir yandan da ne kadar başarılı olursa olsun, böylesi bir yükün bir oyuncuya yüklenilip yüklenilmemesine gerek olup olmadığını tartıştım oyun boyunca kendimle.
çünkü sahnede melek kobra’nın son günleri gerçekte yaşadığı gibi, yalnızlığını neredeyse bire bir gösterecek şekilde sahnede sergileniyor. oysa o yalnızlık pek çok başka örnekten de yakından bildiğimiz gibi aslında kalabalıklar içinde de aynı şekilde yaşanıyor ne yazık ki ve böylesi de daha acıtıcı üstelik.
dahası o yalnızlığı paradoksal bir şekilde bir şenlikli kalabalık içinde vermek, hem yeşim koçak’a bu kadar yüklenmemeyi sağlar, hem de dile getirilen soru ve sorulan sorular daha çarpıcı bir şekilde gösterilmiş olabilirdi.
tabii böylesi bir sahneleme kuşkusuz daha büyük bir prodüksiyon yapılmasını gerektirirdi.
bunun ise “tiyatro boyalıkuş” gibi alternatif, muhalif ve bir anlamda gerçekleri sorgulayıcı politik tiyatro yapan, üstelik de kaynağı çok az olan topluluklar için olanaklı olmadığını yakından biliyorum.
yaşadığımız gerçeklik ve sorun tam da bu aslında: tiyatroyu görmeyen ve olanı da yok eden bir tüketim, kazanç, kâr perspektifinden bakan bir toplumsal düzende ne yazık ki sanatçılar da hem yalnız ve desteksizler, hem de özgürlüklerini gerektiği gibi kullanamıyor, dolayısıyla toplumu geliştirme noktasındaki işlevlerini çok zor koşullar ve olanaksızlıklarla gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
o noktada tıpkı gezi parkı’nda olduğu gibi toplumun kendisi için olanın yanında olma, onu koruma, onunla bütünleşme ve dayanışma tutumunun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha fark ediyoruz.
ancak böyle yapıldığında “melek kobra”nın kendi yaşamı ve sonuyla bize gösterdiği kendi yaşadığı akıbetin hepimizin akıbeti olmayacaktır.
diyeceğim o ki var olmanın da, yalnızlığı aşmanın da, daha çok özgürlüğün de bir tek yolu var, birlikte olmak, birlikte davranmak. sanırım başarıldığı zaman en çok egemenleri en çok korkutan da bu! (ms/as)
* Ferdi Tayfur (1904-1958), dublaj sanatçısı, sine oyuncu ve yönetmeni
künye:
yazan: rüstem ertuğ altınay; reji: jale karabekir; oynayan: yeşim koçak; dramaturji: nelin dükkancı; koreografi: gökmen kasabalı; kostüm tasarım: burcu rahim; ışık tasarım: erdem çınar
oyun tarihleri: 21 ekim, 25 ekim saat: 20:30 yer: sahne cihangir ağa hamamı caddesi taktaki yokuşu 2b firüzağa cihangir/istanbul (firüzağa camii ve kahvesi arkası, ağa bilardo yanı) tel: 0212 245 21 09 / 0542 477 27 53
(defterin son sayfası) haydi allah'a ısmarladık 13 kasım 1939. bu gün bayram. böyle günlerde insanlara karşı kinim daha ziyade artıyor. dünyadan yavaş yavaş çekiliyorum artık. buradakilerle arama bir yabancılık girdi, ben daha ziyade öbür tarafa ait oluyorum. arkamda bırakacağım şeylerin hiçbiri bana ölümü korkunç gösterecek kadar mühim değil. bütün bağlarımdan o kadar temiz sıyrıldım ki... sáde anam! bazen ona çok acıyorum. beni bir parça daha karşısında görebilmek için çırpınıyor, didiniyor. sanki azrail'le yarışacakmış. işte o kadına acıyorum. buradakiler canımı çok yaktılar. belki oradakiler daha insaflı çıkar. hani ya nerede? neredesin? insaniyetin adil davulu. biraz da benim kapımda çalsana. sesini biraz da ben duyayım. ama dur, senden intikamı iyi alacağım. öldükten sonra da benimle uğraşamazsın ya. orada maddiyat yok hakikat var. kalp yok ruh var. orada ben hakimim. biz...biz ölüler... etsiz kemikler. orada da benimle uğraşmayacaksın ya. sen dünya denen o iğneli fıçıda yaşamaya mahkumsun. o iğneli fıçıda ki benim kilolarla kanımı emdiler. haydi allah'a ısmarladık, görüşürüz. |