*"Kazı" filmi
Çok anlatılan hikâyedir, Fatih Mehmet, İstanbul'u kuşattığında Bizanslılar meleklerin cinsiyetini tartışıyormuş.
Tabii biz hemen düşman topları surları döverken meleklerin cinsiyetini tartışmaktan daha önemli, daha kahramanca işler yapmamız gerektiğini idrak ediyoruz.
Bu tartışmayı yürütenler kimlerdi bilinmiyor, belki kıpırdamaya mecali olmayan, güçbela adım atan, ölümü beklerken bile düşünmeyi bırakmayan insanlardı.
Belki de gençlerdi, savaşçı olmak yerine meleklerin cinsiyetini araştırmak istiyorlardı.
Ama aradan beş yüzyıl geçtikten sonra, meleklerin cinsiyetini tartışmak entelektüel bir faaliyet yerine boş, manasız bir işle iştigal etmek anlamı taşımaya başladı.
İyi de, düşünmekten, tartışmaktan, fikir üretmekten başka ne yapabiliriz?
1939 yılında Avrupa'da herkesin adını bildiği belki de tek insan Adolf Hitler'di.
Ona hayran olanlar vardı, karizmasından büyülenenler, hayallerini paylaşanlar vardı; öte yandan, ondan ölesiye korkanlar daha çoktu, nefret edenler, suikaste uğratmaya çalışanlar, ona, fikirlerine, hatta bıyıklarına bile düşman olanlar vardı.
Ama herkesin zihninde Adolf Hitler dendiğinde bir ışık yanıyordu; kimileyin güneş sarı, kimileyin gece siyahı.
Savaş resmen başlamamıştı ama eli kulağındaydı, erkekler kafileler halinde askere alınıyordu, Avrupa, yirmi sene sonra yeni bir savaşa hazırlanıyordu.
Franco, iç savaşı kazanıp diktatörlüğünü ilan etmişti; İtalya'nın başında Mussolini vardı...
İçi fokur fokur kaynayan Almanya sınırlarına sığamayıp yayılmaya başlamıştı.
Hayli varlıklı bir dul olan Edith Pretty, kalp rahatsızlığının nüksetmediği zamanlarda oğlu Robert ve maiyetindekilerle birlikte malikanesinde müreffeh bir hayat sürmektedir.
Radyolarda, sinema filmlerinin başında sürekli kapıya dayanan savaştan, Hitler'in planlarından söz edilir.
Edith Pretty'nin aklında ise her an patlayacak savaştan çok, bahçesindeki höyüklerin altında ne gizli olduğu vardır.
İçinden bir ses, şayet toprağı kazdırırsa, altından dünya tarihini değiştirecek bir şey çıkacağını söyler.
Yörenin en iyi kazıcısı olarak bilinen Basil Brown, bu işin sırlarını zanaat öğrenir gibi babasından öğrenmiştir, babasına ise onun babasından tevarüs etmiştir.
Çocukluğu Ipswich'te toprağı eşeleyerek, kazarak geçmiştir, akademiye girip arkeolog olmamıştır ama hiçbir arkeolog Ipswich toprağı hakkında onun kadar malumat sahibi değildir.
Edith Pretty, işin başına Basil Brown'u getirdiğinde tarihi önemi haiz bir kazı başlattığını bilmiyordu.
Savaş kapıdaydı.
Yanındakiler hariç, sadece Brown'a haftalık iki sterlin ödüyordu.
Bütün bunları yapmak yerine daha rahat edebileceği bir hayat sürmeye çalışabilirdi, belki atlayıp bir gemiye savaştan uzağa, Amerika'ya bile gidebilirdi.
Ama gitmedi.
Toprağın altından ne çıkacağını merak ediyordu ve hayatının o an için en önemli gündem maddesi buydu.
Amatör arkeolog Basil Brown, kazıdıkça boşa emek sarf etmediğini gösteren buluntularla karşılaştı.
Devlet de ilgi gösteriyordu artık, kazının sorumluluğu deneyimli bir arkeolog olan Charles Philips'e verilmişti.
Basil, toprağın altından çıkan geminin Vikinglere değil Anglosaksonlara ait olduğunu iddia ederken, Charles Philips bunun bir Viking gemisi olduğunu söylüyordu.
Basil Brown haklı çıktığında İngiltere, Almanya'ya ültimatom vermiş ve savaş ilan etmeye hazırlanıyordu.
Oysa, Londra'ya bir saat uzaklıktaki malikanenin bahçesinde, geminin kaçıncı yüzyıla ait olduğu tartışılıyordu.
Vikinglere mi? Anglosaksonlara mı?
Bu büyük keşfe şahit olmuş kimsenin aklından bir an önce askere yazılmak geçmiyordu.
Fırçalarla toprağı eşelemek ve gemiyi daha kusursuz bir halde, yıpratmadan, zarar vermeden çıkarmak istiyorlardı.
Aradaki mesafeye rağmen Almanlarla sıcak savaş ihtimalinin çok yüksek olduğunu biliyorlardı ama işte sonbaharda yağmur yağar İngiltere'de, gemiyi de korumaları gerekiyordu.
Savaş kapıdayken toprağın altında bin küsur yıldır yatan bir gemiyle uğraşmak yersiz midir?
Luftwaffe, gökyüzünde terör estirir, uçaklar birbirini avlarken işe yaramaz bir geminin kime ait olduğu önemli midir?
Ne işe yarar savaş zamanında ressamlar, arkeologlar, romancılar, piyes yazarları, astronomlar, heykeltıraşlar, pandomimciler, sanat tarihçileri?
Bir onbaşı kadar var mıdır değerleri?
Savaş kapıya dayandığında, düşman ordusu toplarıyla, uçaklarıyla yığıldığında elinden ne gelir edebiyat profesörünün?
Ama en nihayetinde, geriye Franco değil Guernica, Stalin değil Ivan Denisoviç'in Bir Günü, Hitler değil Büyük Diktatör kalıyor.
Galiba daha iyi bir dünya nasıl kurulur sorusunun cevabı meleklerin cinsiyetini tartışmaktan ve aşk romanları okumaktan geçiyor.
(BU/AÖ)