…O bella ciao, bella ciao, bella ciao ciao ciao… Milva’nın anısına (17.7.1939- 23.4.2021)
“Küçükken zamanı durdurabilmek isterdim, çünkü çok hızlı ilerlediği hissine kapılmıştım…
Büyümek istemiyordum, çocuk kalmak istiyordum…
Fotoğraf çekmeye başladıktan sonra zamanı fotoğraf kareleriyle durdurabildiğimi farkettim…
Zamanı durdurabilmek bana ilham veriyordu…”
Büyümekten korkan, hatta büyümeyi reddeden fotoğrafçı Lene Marie Fossen 10 yaşından itibaren tıp dünyasında en öldürücü psikiyatrik hastalık olarak bilinen anoreksiya nervoza’dan muzdarip oldu.
Kısa ömründe mevzubahis yeme bozukluğundan dolayı birçok kez ölümle burun buruna geldi, hatta intihar etmeyi bile denedi. O hep endişeliydi, korkuyordu ve seçtiği yol da zaten bir çeşit yavaş intihardı. Yemek yemediği zaman sanki duygularını bastırabiliyor, havada süzülüyormuş hissine kapılıyordu. Ama aynı zamanda kendini beğenmemekten dolayı girdiği yolda kendinden nefret ediyor, yerlerde kıvranıyordu. Bedeninin ona dikte ettiklerini Nazi rejiminden farksız addediyordu. Korku, öfke ve kederden bir türlü kurtulamıyordu.
Fakat içine düştüğü girdapta iyileşmekten de ürküyor, hastalıktan kurtulmanın yaratıcılığını menfi yönde etkilemesinden korkuyordu.
Ne de olsa ona endişelerini unutturan en etkili anlar fotoğrafla meşgul olduğu anlardı. Fotoğraf çekerken sadece hasta bir insan olmaktan başka bir şeye dönüşmeyi başardığını söylüyordu. Üstelik birçok fotoğraf serisinde, fotoğraf makinesindeki otomatik teçhizat sayesinde, tek başına kaldığı ortamlarda kendi bedeninin fotoğraflarını şahsen çekip sağlığını yitirmiş haliyle yüzleşmeyi deniyordu.
Bilhassa bu sayede sadece memleketi Norveç’te değil, tüm İskandinav coğrafyasında, hatta dünyada tanınmaya başlamış, “Acıda güzellik vardır!” kavramının temsilcisi haline dönüşmüştü.
Hakkında çekilmiş Otoportre (Selvportrett/Self portrait) başlıklı belgeseli seyrettikten kısa bir süre sonra, 2019’da 33 yaşında vefat eden Lene Marie filmin mümkün olduğunca geniş bir kitle tarafından görülüp sanatın gücünün herkesçe anlaşılmasını diliyordu.
Margreth Olin, Katja Høgset ve Espen Wallin imzalı 2020 Norveç yapımı film 80 dakika boyunca seyirciyi avucuna alıp kahramanının evrenine başarıyla taşıyor. Mutlu olduğu, heyecanlandığı, istikbale yönelik olarak ümitle dolduğu anların fotoğrafla uğraştığı anlar olması seyirciyi kesinlikle ikna ediyor, acının sanat aracılığıyla ifade bulduğu karelere uzun uzun bakma isteği uyandırıyor.
Belgesel dünyanın muhtelif festivallerine katılıp çeşitli ödüllere layık görüldü; Türkiye’de de derin alakayla karşılanacağı kesin.
Norveç’ten Ege adalarına
Lene Marie’nin kısa hayat macerası sadece buralardan çok uzakta yaşanmış sanılmasın: Lene Marie, Ege kıyılarında 2015 yılından hatırladığımız büyük mülteci krizi sırasında Midilli’deydi ve Anadolu’dan komşu adasına gelen çocukların birçok portresini bilhassa çekmişti. Çocuklarla kurduğu yakın ilişki belki de onlarla kolaylıkla özdeşleşmesinden kaynaklanıyordu. Ne de olsa buluğ çağına gelmeden anoreksik olmuş, göğüsleri hiçbir zaman büyümemiş, âdet görmemişti. Sesi de zaten küçük bir kızın sesi olmayı sürdürüyordu. Acı çeken çocuklarla empati kurabilmesi fazlasıyla normaldi.
Sakız adası ise sık sık uğradığı, hatta eş bulmayı umduğu adaydı.
Yunanistan’ın Türkiye’ye en yakın adalarından Sakız’ın, adeta Ortaçağdan kalma köylerine gitmiş olanların mutlaka rastladığı çok yaşlı ve genellikle siyahlar içindeki eşi ölmüş kadınlar Lene Marie’nin de ilgi odağı olmuştu. Belki de yaşlı insanlara, çok korktuğu yaşlanma sürecini başarıyla tamamlayıp layıkıyla yaşlanabildikleri için hayrandı. Her çehrede bir hikâye olduğunu, bunun her kırışıkta, her saç tutamında, her yara izinde kendini gösterdiğini belirtiyordu. Gözlerdeki ifadenin, gözlerin etrafındaki gölgelerin gücüne inanıyordu. 100 senelik bir evde oturan yaşlı Kalliopi ve şefkatli çehresini bilhassa ilham verici buldu; belki de süslü püslü köy evindeki hiçbir objenin yerini değiştirmemesinin sebebi olarak hatıralarını kaybetme korkusundan bahsettiği için…
Fakat Lene Marie özellikle otoportre hususunda ustalaşırken, yine Sakız adasında ormanlık bir mıntıkada terk edilmiş bir cüzzam hastanesinde gerçekten coştu. Terk edilmiş ve yıkılmış İmroz (Gökçeada) evleri misali, kendine has duvar boyalarının estetik gücü, paslanmış karyolaların hüznü, parçalanmış yorganların pastel renkleri Lene Marie için biçilmiş kaftan dekorlar oluşturdu. Ona daima yardımcı olan annesinin bir süreliğine mekânı terk etmesini istediği bile oldu ve ilhamıyla baş başa kalıp yaratıcılığını dolu dizgin konuşturdu. Alaca karanlıkta taş binanın etrafında uçuşmaya başlayan baykuş ve yarasaların varlığından büyülenmemek ne mümkün!
Fotoğraflardaki kadar mutsuz değil
İlk büyük sergisi açıldığında ve filme hâlâ iyimser bir hava hâkimken, Lene Marie annesine çıplak otoportrelerinden dolayı utanıp utanmadığını soruyor. Annesi kesin bir “Hayır”la cevap verdiği gibi ne kadar gurur duyduğunu belirtip kızının cesaretini takdir ettiğini de söylüyor.
Sergi için özellikle büyük boyutta basılmış ve sanat galerisinin duvarlarına asılmış resimler Lene Marie için de bir yüzleşme vesilesi oluyor. Görünüşünü kabul etmekte zorlanıyor: “Fotoğraflardaki kişi ben değilim!” diyor. Aslında gündelik hayatında bazen fotoğraflardaki kadar mutsuz ve umutsuz olmadığını, ama aynı zamanda sığındığı kabuğu kırmakta zorlandığını da görüyoruz.
Bir yandan da eserlerinin insanlığa faydalı olmasını, sanatın hayatına kattığı değerin anlaşılmasını hararetle arzu ediyor. Eserlerinin kendisinden çok daha büyük bir şeyi temsil ettiklerinin de farkında aynı zamanda. O yüzden de sağlık problemleri baş gösterdiğinde ölmek istemediğini, fotoğraflarıyla yapacak daha çok işinin olduğunu ifade ediyor.
Hastalığının birçok insan tarafından anlaşılmayıp kanser gibi ciddi görülen hastalıkların yanında “şımarıklık” gibi algılanmasından da şikâyetçi olduğunu belirtiyor.
Eserleri ise kâh Caravaggio’nun tablolarına, kâh Tarkovski’nin filmlerindeki Rus estetiğine yakın bulunuyor, bu da Lene Marie’yi çok mutlu ediyor ve genelde bu durumu abartısız tepkilerle dışa vuruyor. Filmde belirtildiği gibi, fotoğrafların derin bir ruhaniliği ve dinî aurayı yansıttıkları muhakkak!
Belgeselin sonlarına doğru tekrar ağırlaşıp ümitsizliğe kapıldığında kahramanımız bahçesindeki karlara çıplak uzanıp ölmeyi deniyor ve ondan sonra, her ne kadar optimist bir iyileşme süreci yaşansa da yıllar boyunca eksik beslenmeden dolayı kalbi duruyor.
Belgesel boyunca kendi evreninde hapsolmuş gibi duran Lene Marie’nin dünyayla iletişim hususunda aslında herhangi bir sıkıntısı olmadığını anlıyor, onunla empati kurmakta hiç zorlanmadığımız gibi içimizdeki mazoşistle yüzleşip belki de hesaplaşmaya girişiyoruz. Filmde sık sık ifade edildiği gibi, kahramanımızın özel durumundan değil de, bir sanatçı olarak yaratıcı gücünden etkilenmemiz bekleniyor. Bu durum, eserlerine kısa da olsa belirli bir süre bakma şansına sahip olduğumuzdan mutlaka gerçekleşiyor ve akabinde tefekkür kaçınılmaz oluyor. Besini reddetmenin adeta yaşamı reddetmek olduğunu kavrayıp bu dünyanın bazıları için ne kadar çekilmez olabildiğini de fazlasıyla idrak ediyoruz.
Dünya çapında başarı
İskandinav kültürünün bilhassa Akdeniz coğrafyasına kıyasla mütevazı dışavurumlarından olsa bile filmdeki sansasyonel sekansları da unutmamak lazım. Mesela Norveç’in en meşhur fotoğrafçısı Morten Krogvold’la tanışma, Lene Marie’nin beklediği gibi olmuyor. Genç meslektaşlarına acı gerçekleri yumuşatmadan ifade etmekle tanınan Morten korkudan kasılmış Lene Marie’nin fotoğraflarını o kadar beğeniyor ki, ona Kristiansund’daki Kuzey Işıkları Uluslararası Fotoğraf Festivalinde (Nordic Light International Festival of Fotography) alan açılmasını sağlıyor.
Morten kahramanımız ve dolayısıyla bizimle, antik Grek kültürüne göre insanın bedeninde dört çeşit sıvıyı barındırdığına dair inancı paylaşıyor. Bunlardan bir tanesinin safrayla özdeşleştirilen kara sıvı olduğunu belirtiyor. Melankoli kelimesinin, Yunanca mürekkep ve safra kelimelerinden türetildiğini idrak edip günümüzde epeyce gözden düşmüş olmasına rağmen hâlâ tedavülde olmasına nedense seviniyorum…
Morten kahramanımızın yaratıcılığının melankoliden güç aldığını, acı, keder, ölüm ve ızdırap gibi dinamiklerin sanat aracılığıyla başka bir boyut kazanabildiğini belirtiyor. Ardından bir de Beckett patlatıyor: “Dışarıdaki güneş iyiye hayat veren güçtür, fakat yaratmak için içindeki kara güneşe ihtiyacın var!”
Lene Marie İskandinav diyarının en büyük fotoğraf galerisi, Stokholm’daki Foto Grafiska’nın kurucusu Jan Broman’la da yapıcı bir görüşme gerçekleştirmiş olduğu halde sanatçının ömrü serginin açılmasına ne yazık ki yetmiyor.
Fotoğrafçı gazeteci Peter Turnley, Lene Marie’nin eserlerinin kendisine 1992’de şahsen bulunduğu Somali’deki açlık kurbanlarını hatırlattığını belirtiyor.
Benim aklıma gelenler ise daha çok Nazi kamplarında çekilmiş görüntüler; bir de yıllar boyunca A.B.D.’de tepkilere yol açmış, meşhur anoreksik şarkıcı Karen Carpenter hakkındaki Todd Haynes imzalı sert ve unutulmaz Superstar filmi.
Belgeselimize dönersek, duygu sömürüsüne başvurmamaya ihtimam gösteren Otoportre Eleni Karaindrou’nun klasik dokunuşu dahil, müzikleriyle de seyirciyi kavrayıp sonuna kadar götürüyor.
Aklımda kaldığı kadarıyla film manidar sözlerle bizi uğurlarken Lene Marie’nin ürkek ve hassas ruhu da uzun süre terk etmemek üzere içimize yerleşiyor:
“Yaşam olageldiği zaman sevilmeli; varolduğu için sevilmeli…yaşama, varolmak istediği alanı sağlamak zor olsa da…” (RL/AS)