Son bir yıl içinde en çok düşündüğüm, üzerine epeyce konuştuğum-yazdığım konuların başında mektuplar geliyor. Bunun elbette bulunduğum yerle ilişkisi çok ancak etken sadece bu değil.
Çocukluğunda akrabalara yazılan ve hemen hepsi “evvela küçüklerin gözlerinden, büyüklerin ellerinden öperim” cümlesi ile başlayan mektuplar yer alan bir nesildenim.
Tutuklamadan önce cezaevindeki arkadaşlarıma mektup yazmaya çalışırdım. Dışarıdan içeriye yazılan mektuplarım, “ben özgürüm siz değilsiniz” mahcubiyeti, yazana ulaşmadan başkaları tarafından okunacağı bilgisi, mahremiyetimin, özelimin ihlal edilme duygusu da eklenince epey tutuk ve yavan olurdu. Ama yazmaya devam ederdim.
Sonra rolüm değişip tutuklu taraflardan biri ben olup, mahremiyet neredeyse tüm alanlarda gündem dışı kalınca mektuplarım da yer yer özgürleşti. Kişisellik, özel alan kavramlarından uzaklaştıkça mektuplarımın da dili, anlattıkları değişti.
Şimdi de edebi bir yanları yok elbet, yine de gelişme kaydediyorum, daha uzun ve sık yazıyorum. Çünkü artık çok daha iyi biliyorum ki, cezaevine gelen her mektup birer pencere gibi. Her biriyle dışarıdaki hayata bir göz atma şansı buluyoruz.
Mektupların sesi vardır. Kendine özgü dili ve üslubu ile okurken yazanın sesini duyarsınız. Her bir sözcüğe yüklediği anlamı hissedersiniz. O sözcüklerde aşkı da, sevgiyi de, özlemi de mutluluğu da bulursunuz; acıyı, coşkuyu, hüznü de…
Peki mektup daha çok kimi anlatır? Yazanı mı yazılanı mı? Sanırım yazanı anlatır gibi gözükse de pek çoğu aslında yazılana ilişkin çok fazla iz taşır. Aralarındaki ilişkiye, birbirine verdikleri anlama dair izler. Ortak ve farklı beğenilere, yaşanmışlıklara, değerlere, hayallere ve hayal kırıklıklarına ilişkin anlatımlar her iki tarafı da tanımamızı sağlar.
Mesela Ahmet Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektuplar bende ilk olarak Leyla Erbil ne müthiş bir kadınmış duygusu yarattı. Ahmet Arif’in onu ona anlatma biçimi, dili, coşkusu, hayranlığı, sevgisi, aşkı bende Erbil’e karşı bir hayranlık duygusu uyandırdı.
“Canım. Ne güzel kızsın sen! Ne yiğit dost. Tam kötülemişken, yakışıksız naneler düşünürken çıkar gelirsin. Yalancısın da. Kurban olayım o huyuna. Kendin üzgün, bezginken, bana öyle görünmezsin.” [1]
Yine Edip Cansever’in Alev Ebuzziya’ya yazdığı mektuplarda onun “Alevci”sini buluruz.
“Ayrıca senin bilgece iyiliğin, bağlantın, hoşgörün, alçak gönüllülüğün, yaşamayı sezdirişin, güven verici niteliğin beni çerçevelemiş durumda.” [2]
Mektup tanımlanması zor bir yazın biçimi. Kimi zaman bir deklarasyon, çoğu zaman bir monolog oluyor. Bazen sayıklar gibi, bazen haykırır gibi, bazen ağlar gibi yazılabiliyor.
Dram da içerebilir, mizah da. İkisinin aynı anda olmasına da sık rastlanabiliyor. Mektupları anı yazıları olarak da değerlendirmek mümkün, deneme olarak da, günlük olarak da.
Aynı zamanda pek çoğu yazıldığı dönemi anlatan tarihsel anlatılardır. Cezaevinden yazılmışsa dönemin hukuk uygulamalarını, hukuk sistemini, adalet mekanizmasının döneme yansımasını; dışarıdan yazılmışsa günlük siyasi, kültürel ve sanatsal gelişmeleri, hava koşullarını, ekonomik istikrar ya da istikrarsızlığı anlatabilir.
Tüm bunlar çoğu zaman yazının esas anlatılarının arasına serpiştirilmiş olur.
Yazan ve yazılan olarak tanıdığımız, sevdiğimiz, saygı duyduğumuz kişilerin hayatlarına mektupların penceresinden bakmak en özel, en kişisel, en samimi yanlarımızı görmemizi sağlar.
Bu pencereden siyasi ya da edebi kişiliklerin aşklarını, öfkelerini, mutluluklarını, bazen de sıradanlıklarını görürüz. Hatta bu durum yer yer hayal kırıklıkları yaşamamıza bile neden olur.
Bazen de aynılık, benzerlik ve ortaklık duygusu sarar bizi. Mesela Behice Boran’ın cezaevinde yazdığı mektupları okurken işte aynı dertten mustaripmişiz duygusu kapladı beni.
Elbette ki aynı zamanda teşvik edicidir. Mektuplar mektup yazmayı, daha ötesi mesela Cemal Süreya gibi, Edip Cansever gibi sevmek ve aşk mektupları yazma isteği uyandırır.
Peki, sanki mektup demek aynı zamanda mahremiyet demek değil mi? Sanki diyorum zira her zaman öyle olmuyor elbette. Mesela benim durumumda mahremiyet büyük bir lüks. Mektuplarım benim kalemimden çıktıktan sonra, başka gözlerden okumalardan geçerek yazılana ulaşıyor.
Ama bunun dışında bir de basılan mektup kitaplar var. Onları okurken nasıl hissediyoruz? İki kişinin özeline dair bir ihlal sayılmaz mı? Kendilerinin onayı olsa bile. Peki, kendileri yaşamıyor ve bu duruma onay vermemiş olsalar.
Kendi adıma hemen net yanıtlar veremediğim sorular bunlar. Okurken büyük keyif alsam da, yer yer iki kişinin konuşmasını ya da birinin bir başkasına olan duygu aktarımını, kendisini göstermeden dinleyen biri gibi hissediyorum kendimi.
Onat Kutlar “her mektup iki insanın usulca konuşmasından başka bir şey değildir.” [3] demiş. Ne de güzel söylemiş. Okuduğumuz her mektupla o usulca konuşmaya kulak misafiri oluruz biz de. Her yazdığımız mektupla karşımızdakini bir konuşmaya davet ederiz usulca.
Ayrıca bir de mektup beklemek var. Düzenli, aşkla, coşkuyla mektup yazanların yazgısı; yanıt beklemek, yanıt beklemeye devam etmek, zamanın karşısındaki için de aynı hızla akmasını istemek ve sürekli neden yazmıyorsun demek mi?
“Sevgili Alev,
"Son mektubun 25 ocak 1966 tarihini taşıyor. On gün olmuş senden mektup almayalı. Bu on günün Türkçe sözlükte karşılığı yok. Benimse bu konuda aklım işlemez oldu. Bari sen biliyorsan söyleyiver neden yazmadığını Alevci.” [4]
Gene on günü geçti. Artık yaz demeye utanıyorum. Ne diyeceğimi şaşırdım üstelik. Belki sadece kendimi küçültmekle yetiniyorum. Deneyecek bir iki şey kaldı: yazmak, çok yazmak, hep yazmak, upuzun yazmak. Kendimle konuşur gibi.” [5]
“Leyla, Zalım Leyla!
Bu benim dördüncü. Oysaki senden bir tek mektup aldım. O belalı, korkunç mektubun, yani
4-1 ben mağlubum.” [6]
“Bu beşinci mektubum. Yine 5-1 ben mağlubum. Benim de mağlup olmam mukaddermiş meğer. Niye yazmıyorsun hayatım? Can evim, en aziz, en sevgili ve bir tanem.” [7]
“Burada mektup almak mühim hadise oluyor adeta. Yalnız mektup alan değil, diğeri de alan namına seviniyorlar. Senin mektubunla birlikte bizim Adnan Bey’den de bir tane gelmişti. Biz de sabah aşı için doktora çıkmıştık. Dönüşte kapıdan girerken “müjde iki mektubun var” diye haber verdiler.” [8]
Bence bu mektup konusu daha burada bitmez. Mesela aşk mektupları; mektup deyince ilk akla gelenlerden değil mi? Daha yazılıp gönderilmemiş, hatta yazılmamış mektuplar var. Alıcısına asla ulaşmamış mektupları düşünmek bile beni hüzünlendiriyor.
Ya da artık günümüzde mektupların yerini mailler, sms’ler, whatsapp mesajları mı aldı? Bu düşünmeye değmez mi? Yoksa sadece el yazısı ile yazılanlar ya da bir kâğıda yazılıp basılıp yollananlar mı mektuptur?
Ben bunları düşünmeye belki de yazmaya devam edeceğim. Ancak;
“Mektup uzadı. Kontrol edecekleri de yormamak lazım. Sen bunları sakla, ileride hapishane hatırası olur. Ben her seferinde buradaki hayattan notlar yazarım.” [9]
Bitirirken, 2022’nin özgür, demokratik, barışçıl yılların başlangıcı olmasını diliyorum. İyi seneler! (BY/APK)
[1] Ahmet Arif, “Leylim Leylim-Ahmet Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar”, Türkiye İş Bankası Yayınları, sayfa:36
[2] Edip Cansever, “İki Satır İki Satırdır- Alev Ebuzziya’ya Mektuplar”, Yapı Kredi Yayınları, sayfa:190
[3] Onat Kutlar, “Yeter ki Kararmasın”, Türkiye İş Bankası Yayınları, sayfa:33
[4] Edip Cansever, “İki Satır İki Satırdır-Alev Ebuzziya’ya Mektuplar”, Yapı Kredi Yayınları, sayfa:130
[5] Edip Cansever, “İki Satır İki Satırdır-Alev Ebuzziya’ya Mektuplar”, Yapı Kredi Yayınları, sayfa:142
[6] Ahmet Arif, “Leylim Leylim-Ahmet Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar”, Türkiye İş Bankası Yayınları, sayfa:3
[7] Ahmet Arif, “Leylim Leylim-Ahmet Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar”, Türkiye İş Bankası Yayınları, sayfa:7
[8] Behice Boran, “Mektuplar Günlükler, Şiirler Bir Hikaye”, Sosyal Tarih Yayınları, sayfa:36
[9] Behice Boran, “Mektuplar Günlükler, Şiirler Bir Hikaye”, Sosyal Tarih Yayınları, sayfa:39