Mekteb-i Mülkiye'nin 150. Kuruluş yıldönümü nedeniyle 21 Temmuz 2009 tarihinde Ağrı Dağı'na tırmanılacağını duyduğumda, fazla düşünmeden gönüllü oldum.
Ömrü hayatında sadece beş kez doğa yürüyüşüne katılmış biri olarak, memleketin en yüksek dağına tırmanmak düşüncesi, baş döndürücü bir düştü benim için.
Bu yolculuğa çıkmak istememin tek nedeni ise, Mülkiyeliler Birliğinin, günümüzde sayısı hayli fazla olan bıyıklı oda yönetimlerinden bir farkı olmasını istememdi.
Rehberimiz Kubilay Öztürk'ün, dağa çıkmak için kas gücünden önce irade ve istek gerektiğini söylemesi de cahil cesaretimi iyice arttırdı ve sonuçta kendimi; Kubilay Saygın Öztürk, Sunay Çatori, Emrah Denizhan ve İsmail Hakkı Karakelle'den oluşan ekiple birlikte Van'dan Doğubayazıt'ta doğru yol alan araçta buldum.
Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı
Koynundaki çiçeklerin renklerini gizleyerek yekpare kayalar gibi dimdik yükseliyordu, ovaların bitiminde sıralanan dağlar.
Kendi ebatlarını enine boyuna uzatarak kılıktan kılığa giren kar beyazı bulutlar gölgelerini düşürüyordu dağlara.
Yanımız sıra uzanan Van Denizi'nin mavisini anlatmaya yetecek bir sözcük arayıp durdum yol boyu.
Muradiye şelalesinde yemek molası verip tekrar yola çıktıktan bir süre sonra, Somkaya Köyü civarında Ağrı Dağı'nı ve sağ tarafında duran küçük Ağrı Dağı'nı gördük. Güneşte ışıldayan karlı zirveleriyle dimdik duruyordu ikisi de.
Dedegöl ve Medetsiz
Çadır kurup sökmek ve kamp hayatının ayrıntılarını öğrenmek için gittiğimiz ilk dağ olan Dedegöl'ü düşündüm o an. 22 Mayıs akşamı sırt çantalarımızı yüklenip yola çıkmış ve ertesi sabah Eğirdir Gölü'nün kıyısında bulmuştuk kendimizi. Melikler yaylasındaki kamp alanına kurduğumuz çadırlarımızın önünde oturup dağı seyrederken anlamıştık ki, dağ izin verdiği sürece gidebilirdik onun yükseklerine ve o yalnızlığını geri istediği zaman dönmek zorundaydık.
Gece yağmurun sesiyle uyumuş, sabah güneş doğmaya hazırlanırken bir bardak sıcak çorba içip, batonlarımızı alıp dağın yolunu tutmuştuk.
Serin soluğunu üstümüze salıp, gönül mabedini açar gibi usul usul, kır çiçekleriyle süslü eteklerini açmıştı bize Dedegöl.
Biz unuttuklarımızı hatırlamıştık tırmandıkça. Yaşadığımız kentlerden kovduğumuz ağaçları, cıvıltılarını da alıp giden kuşları, küstürdüğümüz çiçeklerin kokularını hatırlamıştık, dağın kollarına sokuldukça.
Gün öğlene dönerken zirvesine sisli bir tül sarıp naz etmişti de dağ, giderek yükselen güneşin bile hükmü geçmemişti, zirvesindeki buzları eritmeye.
Sonra 03 Temmuz akşamı Ulukışla'ya doğru yola çıkıp, sabah erkenden, adı bizi daha baştan umutsuzluğa sürükleyen Medetsiz Dağı'na yol düşürmüş, Toros dağlarının eteklerindeki güzellikleri çoğaltmayı kendine iş edinen Karagöl'ün kıyısında kurmuştuk çadırlarımızı.
Gölün sularında eriyordu Medetsiz Dağı'nın dikbaşlılığı ve gökyüzünün cümle bulutları kendi beyazlığını seyrediyordu suların çoğaltan aynasında.
Kır çiçeklerinin her renge boyadığı o güzelim kamp yerinde akşam olup da biz çadırlarımıza çekilirken, yağmurdan fırsat buldukça, ışıltılı suretlerini göle bırakıyordu yıldızlar, kararan gökyüzünden.
Sabaha karşı ikide kalkıp, başlarımıza lambalarımızı takarak tek sıra halinde dağın karanlık koynuna doğru tırmanmaya başlamıştık. Gün ağarmıştı biz yürürken ve börtü böceğin, çiçeklerin hayatlarına tanıklık ederek dağın dostluğuna talip olmuştuk.
Dağ gibi dağ
Ve şimdi işte, ilk kez Ağrı Dağı'yla karşı karşıyaydık.
İzin vermezse çıkılamayacak kadar güçlü, isterse dost olacak kadar güvenilir duruyordu karşımızda. Dağ gibi dağ, diye fısıldadı, içimizden biri.
Sonra Doğubayazıt'a gidip, yiyecek alışverişi yaptık, sokaklarda dolaştık, bir lokantanın teras katında keyifli bir akşam yemeği yedikten sonra da oteldeki odalarımıza döndük.
Ertesi sabah 8.35'de, bir gece konakladığımız İsfahan Otel'den ayrılıp, Ağrı Dağı'nın eteklerindeki Çevirmeköy'e geldik.
Kamp eşyalarımızı katırlara verip, saat 10'a on kala dağa tırmanmaya başladık. Yaylacıların, çocuk çobanların otlattığı sürülerin, yörük çadırlarının arasından geçerek yürüyüp, yorgun bir şekilde 3.200 metre yükseklikteki kamp yerine ulaştığımızda saat 15.00 idi.
Bize köye kadar olan minibüsü ve katırları sağlayan Barzani'nin gider gitmez elimize tutuşturduğu çayın, akşamüzeri Emrah'ın yaptığı mercimek çorbası ve Sunay'ın pişirdiği makarnanın bedelini ölçebilecek para biriminin mevcut olmadığını düşünüyorum hala.
Çadırlarımızı kurup çevreyi keşfe niyetlenmişken aralıksız bir yağmur başladı ve bizi çadırlarımızdan dışarı çıkarmadı bütün gece. Yağmur tanelerinin müziğiyle uykuya daldık.
Kekik Çayı
Sabah erkenden kalkıp, rengarenk kır çiçekleriyle kaplı kamp yerinde, sucuklu yumurtayla keyifli bir kahvaltı yaptık. Tek sorunumuz, Sunay'ın 3.200 metreye çıkınca başlayan baş ağrısının devam ediyor olmasıydı.
Kamp yerinde bizden başka İspanyol ve Avusturyalı ekipler vardı.
Kubilay, İsmail ve Emrah arkadaşlarımız çadırlarını söküp bizimle vedalaştılar ve 4.200 kampına gitmek üzere yola çıktılar.
Diğer yabancı kampçıların da ayrılması ve aşağıdan yeni kampçıların gelmemesi nedeniyle 3.200 kampında sadece biz kaldık. Kır çiçeklerinin, dağın ve çevredeki atların fotoğraflarını çekerken yanıma gelen kamp nöbetçisi Mehmet. bir tay doğduğunu haber verdi. Heyecanla gidip tayın fotoğraflarını çektim.
Mehmet'in çevreden topladığı kekik ve papatyaları demleyerek yaptığı çayı yudumlarken koyu bir sohbete daldık.
Sunay'ın yüksek irtifadan kaynaklanan baş ağrısı geçmeyince, öğleden sonra gelen katırcı Şükrü ile aşağı inmeye karar verdik. Çadırımızı söküp eşyalarımızı toplayıp yola çıktık.
Yol boyu karşımıza çıkan yörük köylerindeki çocuklarla sohbet ederek, onlara küçük hediyeler vererek süren yaklaşık ikibuçuk saatlik iniş sonrası Çevirmeköy'e ulaştık. Minübüsçü Nuri ile Doğubayazıt'a gidip, tekrar İsfahan Otel'e yerleştik.
Şimdi dağları özlemekteyiz
Zirveden dönecek arkadaşları beklerken şehrin pasajlarını dolaşıp, esnafla sohbet ettik. Kentin belediye başkanının üç dönemdir kadın olduğunu ve artık bölge için güzel şeyler yapıldığını anlattılar bize.
Kadın kooperatifinin lokantasında Kent Meclisinden kadınlarla konuşup, kadın kotasından sonra hayatlarının değişmeye başladığını öğrendik.
Sokaklarda yanımıza gelen, sakız satışı, ayakkabı boyacılığı gibi işlerde çalışan çocuklarla bol bol sohbet ettik ve geleceğe dönük umutlarını öğrenip sevindik.
24 temmuz Cuma günü saat 13.56'da Ağrı Dağı'nın zirvesine ulaşan arkadaşlarımız, cumartesi günü Doğubayazıt'a döndüler.
Düşlerimizi gerçekleştirmiş olmanın keyfiyle; İshakpaşa Sarayını, Van kalesini, Edremit'i, Akdamar Adası ve kilisesini gezip, Van şehrinde sahte palmiyenin olduğu sokakta van kahvaltısı yapmayı da, Saçıbeyaz'ın dövme dondurmasını ve Akdamar Adasının inci kefalini yemeyi de ihmal etmedik.
Bu güzelim yolculuğu anılar hanesine kar olarak yazarak, yaşadığımız kentlere geri döndük.
Şimdi dağları özlemekteyiz.(Gİ/EÜ)