Çok ama çok eskilere gitmeye hiç gerek yok! Kürtlerin, Osmanlı’nın son yüz yılı milli misaklı Türkiye’nin de ilk yüzyılının bakiyesi 1820’lerden bu yana son ikiyüz yıllık zaman dilimine şöyle bir bakarsak fark edilecektir ki; Kürdün bütün bir varlık-yokluk tragedyasının edebi simgesel adıdır Mehmed Uzun.
İster siyaseten, isterse entelektüel kimlik ve kişilik açısından bakın bu böyledir. Elbette bu tespit Mehmed Uzun’dan önce bu zulüm yolunda yürüyen Kürt şahsiyetlerine asla halel getirmez, aksine onları yüceltir. Ayrıca, sadece edebiyatın özgün sınırları içinde Uzun ve serencamını konuşmak belki de eksik ve daraltıcı bir da vurgu olur.
Siyaseten “itibar suikasti”ne uğratılmak istenilen Kürdün, onur mücadelesinin adıdır aslında Mehmed Uzun’un entelektüel ve edebi üretimi.
Düşünün daha lise öğrencisiyken kendisinden yaşça hayli büyük Kürt şahsiyetleriyle Diyarbakır’da askeri hapishaneye düşmüş ve askeri hakimler karşısında siyaseten Kürt kimliğini savunmak kendisine ve mahpus yoldaşlarına düşmüş bir adamdan söz ediyoruz.
Mahpusluk sonrası Ankara’da üniversite öğrencisiyken bu kez bir Kürt siyaseti örgütlenmesi ve tarihsel kayıtta önemli bir külliyatın imzası olan hepi topu bir kaç sayı çıkabilmiş bir dergi. Sonra yurt dışı ve sürgünlük, o uzak diyarlarda bir daha siyaset.
Ve sonra geçmişin bütün hikâyesine cesur bir kararla nokta koyarak edebiyatta karar kılmak, oradan yürümek. Edebiyatla yol alırken de olmazsa olmazı sayılan illa ki Kürtçe yazmada ısrar ederek yürümek. Romanlar ortaya çıkınca da yeniden yargılanmak…
Sürgünlük başlıbaşına önemli bir başlıktır elbette! İçinde yersiz-yurtsuzluğu barındırarak tabii ki! Mesela Kêz Xatûn’u Xalxalok’u sayfalarca anlattığı ilk romanı Tû (Sen), Mîr Bedîrxan üzerinden yürüyen Bîra Qederê (Kader Kuyusu), içinde hüzünkâr bir aşk hikâyesinin de yer aldığı Memduh Selim Beyli, İhsan Nuri Paşalı Sîya Evînê o sürgün edebiyatının özgün örnekleridir.
Siyaseten katl’ler, faili meçhuller ayrı bir başlıktır Mehmed Uzun’un yazı işliği / işçiliğinde. Ronî Mîna Ewînê, Tarî Mîna Mirinê (Aşk gibi aydınlık, Ölüm gibi karanlık) bir dönemin karanlık canice cinayet yıllarına göndermedir.
Coğrafyanın talanı-reddi inkâr ve ilhakı üzerinden acısı destansı, apayrı bir başlıktır Hawara Dîjleyê’de (Dicle’nin Yakarışı). Şehirler ve bir nehir Dengbêj Kör Biro’nun klamlarında dile gelir.
Ve hepsinin tac-ı taht-ı zêrîni Dil’dir tabii ki. Kendi dilinde, anadilinde yazmak. Yok sayılan, yok sayılırken de yok edilmeye-silinmeye-silmeye çalışanlara karşı inadına ısrar ederek mahkeme kapıları, mahpus damları ve sonra sürgün diyarlarında “Yeniden Bir Dil Yaratmak”. Budur sanki hikâyat…
İşte! Sanırım Mehmed Uzun’u yitirilişinin 17. yılında anlatmak konuşmak böyle mümkün olabilir.
Sanırım beni duyuyordur bu satırlar üzerinden sevgili kadim dostum. Veni Vidi hastanesinin o iyileştirilme odasında İsveç’teki yaşamında kendisini en çok üzen olayı anlatmıştı bana. Kendisinin Ankara yıllarından beri tanıdığı edebiyat yönü de olan bir Kürt siyasetçi, Uzun hakkında çok ağır bir yazı yazmış. Çok üzmüş o yazı kendisini. Ve oturup o yazıya upuzun bir cevap yazı yazmış, ama yakın dostları yayınlanmasına karşı çıkmışlar. Belli ki hastane odasında ölümcül bir hastalıkla cebelleşir, Azrail meleğine meydan okurken dahi unutmamıştı o meşum olayı. Boş ver demiştim Memed, “sen şifa bulmaya geldin ülkene”.
Şimdi bunu buraya yazıyorken fark ediyorum ki bugün de Kürt cephesinde değişen bir şey yok! Yine kimileri yazı işçilerinin yazdığı dil üzerinden ya da başka gerekçelerle infazını kendi küçük dünyaları içinde kendilerine hak sayıyor. İyisi mi onları o küçük dünyalarının mahpusluğunda bırakıp biraz daha kıvranmalarına terk edip yok saymak. Mehmed bunu yapmıştı, şimdi bize düşen de bu olmalı.
Hani ölmeden önce mezar taşı yazısını bir vasiyet gibi yazmıştı ya Mehmed;
“Min ji welatekî dûr nivîsî ji were her tişt, Îro ez di nava gelê xwe da bextewarim… “ işte böyle azizim Memed… Yazıyı yazdım bitirdim, birazdan evden çıkıp mezarının başına varıp elimi fotoğrafının kazıldığı bazalt taşa sürüp selam vereceğim sana…
(ŞD/RT)