Son bir ayda konuşularak çözülebilecek bir siyasi soruna kurban verilen yüzlerce sivil, gerilla, asker ve polisin ve yine depreme kurban verilen yüzlerce vatandaşın ardından, bu yıl kurban kesimlerinin iptal edileceği beklentisi içine giren hayvanlar alemi tepkili.
Yükselen tansiyonu ölçmek için sabah hayvan pazarındaydık...
"Sonuçta İbrahim Peygamber oğlu İsmail'i kendisine bağışladığı için sunmuştu o kurbanı" diyor sürünün içinden sıyrılan genç bir kuzu. "Kimseye oğlunu bağışlamayan, yoksulların çocuklarını bir çözümsüzlük siyasetine kurban veren bu sistemin kurban kesmeye ne hakkı var" diye soruyor meleyerek.
Hatırlar mısın kuzu? Yıllar evveldi, annen aksi çıkmış, seni kabul etmemişti. Elimde biberonla ben beslemiştim seni. Annen sanıp, peşimden ayrılmamıştın hiç. İşin tuhafı; ben de kuzum sanıyordum seni, peşini bırakmıyordum. Akşamları çekiştirerek ayırırlardı bizi, sabahları seke seke koştururduk birbirimize. Bütün gün aylak aylak dolanırdık o sonsuz bozkırda...
Arkalardan bir koç toslaya toslaya kendine yol açarak geliyor yanımıza. Mikrofon sizde Bay Koç:
"İyi dinle muhabir kardeşim, bu yünleri değirmende ağartmadık biz; bu bayram, bayram değildir. Kapitalizmin kurban olduklarını fark etmesinler, acizliklerini hissetmesinler diye kendi kurbanlarına sunduğu bir aldatmacadır. Daha birkaç hafta önce yüzlerce vatandaşını denetimsiz yapılarda kurban vermedi mi bu düzen?
"Senin yaşadığın şehirde deprem olmadı diye kendini güvencede zannetme. Hepiniz aynı çürük, denetimsiz yapılarda yaşıyorsunuz. Hepiniz bu sistemin potansiyel kurbanısınız. Farkında değilsiniz ama buradan bakınca kendi sunaklarınızda (çürük binalarınızda, ötekinin yoksulluğundan beslenen çürük işinizde) kurban edileceği felaketi bekleyen potansiyel kurbanlara benziyorsunuz."
Hatırlar mısın Koç, eskidendi, yazları koç katımına kadar koyunlardan ayırır, ağılda tutarlardı sizi. Sonra öğle sıcağında sessizce açılan kapıdan, iki çelimsiz çocuk girerdi içeri. Ve büyük rodeo başlardı.
Önce sırtınızda o çelimsiz tiplerle ağılın iki yanından son hızla geldiğiniz büyük toslamalar. Çığlıklar ve kahkahalar arasında yerlerde yuvarlanan iki çocuk. Ardından bizi üzerinizden atmaya çalıştığınız gerçek bir rodeo. Elimizde kalmış bir tutam yünle savrulurduk yine yerlere. Kahkahalar, haykırışlar, çığlıklar... Her şey nefes nefese.
Hatırlıyorum, bir sinemadan, bir kovboy filminden çıkar gibi çıkardık o ağıldan: Cayır cayır bir bozkır öğlenine.
Uzaktan sessizce bizi izleyen bir İnek Hanım'la konuşmak için yaklaşıyorum. Umursamadan yüzüme bakıyor.
"Konuşmaz o" diyor Koç Bey. "İnsanların konuşa konuşa ancak savaşa vardığını görünce, koklaşa koklaşa olduğu yerde kalmayı tercih edenlerden..."
"Neden konuşsun? Konuşan insanlarınızı sisteme kurban veren de siz değil misiniz?" diye haykırıyor sürünün içinden öfkeli bir ses.
Konuşabilseydik ona bilge inek Cordera'nın hikayesini anlatırdım. İspanya'da Asturias çayırlarında yaşayan Rosa ve Pinin kardeşlerin can dostları bilge Cordera'nın acıklı hikayesini. Can dostları Cordera'yı mezbahaya, biricik kardeşi Pinin'i cepheye götüren trenin ardından Rosa'nın gözyaşları içinde sarf ettiği cümleleri söylerdim:
"[Pinin de] Aynı yere gidiyordu işte, diğeri gibi, ihtiyar Cordera gibi. Dünya şimdi de onu, Pinin'i alıp götürüyordu. Oburlar için, zenginler için inek eti; dünyadaki saçmalıklar için, başkalarının ihtirasları için canının, kardeşinin eti."
"Peki Koço, bir B planınız yok mu bu kıyıma karşı" diyorum.
"Var" diyor. "Aramızda anlaştık, planımızın adı şu: Mee dersem kaç, Möö dersem topukla."
Tam birlikte bu dahiyane planın adına müstehzi gülümserken, kalabalık bir grubun bizimle konuşmayı reddeden yerli Cordera'ya doğru yaklaştığını görüyoruz. Birden bir hareketlilik, bir kargaşa oluyor sürünün içinde.
Önce "Mee" diye bağıran Koço, alarm durumuna geçip "Möö" diye bağırmaya başlıyor. Bilge ineğin pasifizmi karşısında dayanamıyorum, birlikte haykırıyoruz:
"Möö yahu Möö, topuklasana, topuklasana kötünün, zalimin, kasabın kafasına kafasına..."(BK/ÇT/YY)