Bu yazı 4 Ekim 2012'de Suriye'ye sınır ötesi operasyon yetkisi veren tezkerenin Meclis'te kabul edilmesinin üzerine Türkiye medyasındaki savaş yanlısı yaklaşım üzerine yazılmıştı. O günlerde medyanın büyük bir bölümü “Suriye’yi topa tuttuk: Vurduk”, “Savaşmamızı istiyorlar”, “Karşılıksız kalmadı”, “Hazır ol cenge sulh istiyorsan”, “Blöf değil”, “Anında karşılık verdik”, “Halep oradaysa Türkiye burada” gibi manşetler atıyordu.
Aradan 3 yıl geçti, bu kez TSK'nın, Rus savaş uçağını sınırı ihlal ettiği gerekçesiyle düşürmesinin ardından 25 Kasım 2015 günü "Tam 10 Kez Uyardık, Günah Bizden Gitti" (Sabah), "Uyardık Vurduk" (Yeni Şafak), "Sabrın Sınırı" (Habertürk), "Rus Çizgiyi Aştı Vurduk" (Star), "Sınırı Aştı Vurduk" (Akşam), "İndirdik (Milat) gibi manşetler attı.
Kısacası değişen bir şey yoktu. 2012'de yazılanlar bugün de geçerli. Tekrar etmek gerekiyor...
* * *
Tarih, medyanın bitirdiği bir savaşa tanık olmadı. Vietnam cehennemini yaşayan ABD’de olduğu gibi büyük medya kimi zaman, bitmesinin “hayırlı” olacağına karar verilen büyük çatışmaların sonlanmasında destek sağladı, hepsi bu. Ancak medyanın başlattığı, en azından başlaması için gereken kamuoyu desteğini oluşturduğu savaşların sayısı o kadar çok ki, insan “anaakım medya bunu neden yapıyor?” sorusunu sormadan edemiyor.
Bu soruyu doğru yanıtlayabilmek için önce “anaakım”ın ne olduğunu hatırlamamız gerek. Sözlükler, doğru biçimde bu kavramı, “Normal ya da alışıldık olarak görülen düşünceler, tutumlar ve eylemler; baskın eğilim” olarak tanımlıyor. Medya söz konusu olduğunda ise bu “normal”lik, çoğunluğa hitap ettiği iddiasında olan, siyasi yelpazenin ortalarında konuşlanmaya çalışan, kültürel olarak toplumun değerlerini yansıttığını düşünen bir büyük odağın söylemi olarak sayfalara, ekranlara yansıyor. Anaakım, diğer bir deyişle “yaygın” medya, yaygınlığının gereklerini yerine getirmeye çalışırken, aslında hitap ettiği “ulus”a dair bütüncül bir hayalin peşinden gidiyor. Popülerlik kaygısı, baskın ve çoğunluk olanın söylemini yeniden ve yeniden üretiyor, bu çoğunluğun dışında kalanı ise “radikal”, “marjinal”, “anormal” olarak yeniden tanımlıyor.
Ortalama insan yargısı
Bu tanımlama ve konuşlanma kaygısı, farklı olana duyulan tahammülsüzlük olarak hayat buluyor. Bu da genel anlamda saldırgan milliyetçiliği, militarizmi, ayrımcılığı ve nefret söylemini medyada var eden en büyük sorun zaten. Öte yandan anaakım medya, hitap ettiğini düşündüğü çoğunluğun sesi olma gayretinde de büyük bir çıkmazın içine girerek ve varsa eğer, böyle bir kitleye atfetmesi gereken saygınlıktan uzak düşerek indirgeyici ve aşağılayıcı bir “ortalama insan” kalıp yargısı yaratıyor. “Halkın sesi” olma iddiası, aslında “Gündemi sizin için, sizin adınıza belirliyor, takip ediyor ve gereken şeyleri sizin adınıza söylüyoruz”a giden tek taraflı ve yanlış bir iletişime evriliyor.
İngiliz akademisyen Michael Billig, milliyetçilik çalışmalarında çok değerli bulunan Sıradan Milliyetçilik adlı kitabında, medyanın kriz dönemlerinde ortaya çıkan saldırgan ve militarist dilinin önemini yadsımadan, bu hezeyanı yaratan daha sıradan, daha gündelik milliyetçi yargıları, önkabulleri, tanımlamaları ve konumlandırmaları önemsememiz gerektiğini hatırlatıyor. En basit haliyle, yukarıdaki manşetlerde de görülebilen “biz ve onlar” ikiliğini, Billig’in doğru tespitiyle özellikle anaakım medyada hemen her an görmek mümkün. Bu ikilik, kriz dönemlerinde Türkiye adına konuşmaya, hatta kimi zaman toplumdan ve iktidardan daha çok “biz” olmaya yol açıyor. Bu durumu, anaakımın savaş seviciliğinin ilk motivasyonu olarak görmek doğru olacaktır.
Barışa bedel ödenmez
İkinci bir etmen ise medyanın ekonomi -politik yapısında. Geçtiğimiz günlerde bir öğrencimin savaş çağrısı yapan gazeteleri, ganimet elde edeceği için savaş isteyen yeniçeriye benzeterek verdiği örnek, biraz dramatik olsa da durumu açıklayabilmek adına doğru bir şey söylüyor. Belki de tarihin en ünlü medya patronu olan ve hiç yoktan, sırf elindeki medyayı önemli ve “satılır” kılabilmek için savaş çıkarmaktan beis duymayan ABD’li William Randolph Hearst’ün de temsilcisi olduğu Anglosakson gazeteciliğin tüm dünyaya öğrettiği bir önerme, yazık ki haber masalarının çoğunda her gün yaşatılıyor: “Asıl haber, kötü olan haberdir.”
Evet, anaakım medya krizleri seviyor. Zira kriz dönemleri, anaakım medyanın en fazla takip edildiği, en çok ciddiye alındığı zamanlardır. Yani olası bir Türkiye-Suriye savaşı, yazılacak yüzlerce haber, yüzlerce yorum , belki satılacak yüz binlerce fazladan nüsha, “köşe” başlarında söylenecek sözlerin kıymet bulacağı, aynı gün sokakta, ofislerde, kahvehanelerde yankılanacağı bir durum anlamına geliyor. Ayrıca özellikle büyük çatışmalar, medya organının siyasi konjonktürde edinmeye çalıştığı rolü hızlıca üstlenebilmek için de bulunmaz bir fırsat sunuyor. Oysa barış da her anlamda kıymetli bir şeydir ve sanılanın aksine gerçekçi bir umuttur. Her şey bir yana en azından denemeye değer, çünkü barış halinde ödenecek büyük bir bedel yok. Bugün artık tarafsızlığın, basın tarihinin derin karanlığına gömüleli epey zaman olduğunu biliyoruz. Kimseden de “tarafsız” olmasını beklemiyoruz. Bunun yerine adalet ve denge gibi daha gerçekçi, daha anlamlı kavramlar koymak gerektiğinin de farkındayız. Ama maalesef “tarafsızlık”tan doğan boşluğu çoğu zaman “barıştan taraf” olmak dolduramıyor. (HÇ/HK)
* Yazının 2012'deki versiyonu için tıklayın.