Türkiye son günlerde yakın tarihte örneklerine pek sıklıkla rastlanmayan sivil toplum hareketlerine sahne oluyor. Türkiye toplumu için Taksim Gezi Parkı eylemleri bir siyasal ve sosyolojik milat oluşturmaya aday. Aynı miladın Türkiye ana akım medyası için de yaşanacağını söyleyebiliriz. Zira medya bu olağanüstü dönemde adeta bir sınavdan geçiyor. Ancak şu ana kadar medyanın bu sınavdan başarıyla çıktığını söylemek maalesef mümkün değil.
Bu ölçüde kendiliğinden ve sınıflar üstü bir tepki belki ilk defa sosyal medya aracılığıyla eyleme dökülürken, olayların doğrudan muhatabı olması beklenen hükümetin konuya bakış açısının hemen her türlü muhalif hareketi “Ergenekon işi” olarak algılayan ve algılatan alışıldık demagojik çizgisinin dışına çıkmayacağı anlaşılıyor. Nitekim olayların ardından Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın demeçlerine bakınca muhalefet partilerini, sivil toplum örgütlerini, entelektüel kesimleri, kendi istediği çizgide yayın yapmayan medya kuruluşlarını ve hatta bir bütün olarak Twitter, Facebook gibi sosyal medya ağlarını suçladığı görülüyor.
Başbakanın gazetecileri suçlamasına ve onlara işlerini nasıl yapacaklarını öğretmesine daha önce de defalarca tanık olduk. Ancak bu defa yaşanan kitlesel olaylar dolayımıyla medyayı daha etkili biçimde eleştiren ve tepkisini ilk defa örgütlü bir şekilde dile getiren bir kesim daha var: Gezi Parkı eylemcileri ve muhalif kitleler… Bu dönemde medyanın konumunu ve uğradığı eleştirilerin dayanağını çözümlemek için medyayı ekonomi politik olarak değerlendirmek önem taşıyor.
Medyanın iflası
Gezi Parkı eylemleri Türkiye için olduğu kadar ana akım medya için de bir kırılma noktası niteliği taşıyor. Özellikle son bir haftadır ana akım medyanın içerik ve etik anlamında iflasının tescillendiğine tanık olduk. Toplumdaki diğer üç güçle siyasal ve finansal çıkar ilişkileri dolayımıyla iç içe geçmiş olan ana akım medyanın “dördüncü güç” olma işlevini çoktan yitirdiği malumdu. Bilindiği gibi Türkiye’de medya sektörüne hâkim olan az sayıda büyük sermaye grubu var. Bunların arasında ilk akla gelen örnekler olarak Doğan, Doğuş, Karamehmet (Çukurova), Ciner (Park), Çalık, Feza-İpek ve MNG gibi holdingleri saymak mümkün. Türkiye medyasının neredeyse yüzde 90’ına yakın bir bölümünü bu gruplar oluşturuyor.
Bu sermaye gruplarının şirket yapıları incelendiğinde pek çoğunun enerji (maden-petrol-elektrik), bankacılık-finans, otomotiv, telekomünikasyon, inşaat, turizm gibi birbirinden farklı sektörlerde ciddi yatırımları ve ortaklıkları olduğu görülüyor. Bu şirketlerin yatırım alanlarının bir kısmını da kamu ihalelerinin oluşturduğu malum. Dolayısıyla bu grupların sahipleri yürütme erkinin denetimi altındaki ekonomik sektörlerde iş yapıyor ve mali destek arıyorlar; yasama erki tarafından düzenlenen hukuki mevzuatla sınırlandırılıyorlar ve çeşitli ticari ihtilaflarda yargı erkinin denetim ve muhakemesine tabiler. Dördüncü güç olması beklenen medyayı kontrol eden bu sermaye grupları yasama, yürütme ve yargı erklerine hâkim siyasal ve bürokratik elitler ile organik çıkar bağlarına sahipler. Bu bakımdan kamu adına diğer üç gücü denetleyip, gözetleme misyonu verilen medyanın dördüncü güç olma işlevini yerine getirmesi kendi ekonomi-politik doğası gereği “per se” mümkün değil.
Buna karşılık liberal argüman, medyayı kamuyu gözeten, toplumun ve siyasetin eksik ve yanlışlarını gösteren bir “ayna” olarak idealleştiriyor. Ancak medyanın Gezi Parkı eylemlerini de bu ayna metaforundaki gibi, olduğu haliyle, eksiksiz ve tarafsız bir şekilde yansıtmasını bekleyenlerin hayal kırıklığına uğraması kaçınılmazdı. Zira önce bu aynanın üzerinde kalın bir örtü olduğu görüldü; bu örtü meydanlardaki kitlelerin gücüyle alaşağı edildiğinde ise altından çıkan aynanın tıpkı lunaparklardaki komik aynalar gibi kendisine yansıyan görüntüyü deforme ettiği ve çarpıttığına şahit olduk.
Bu bakımdan eylemler bir demokrasi testi olduğu kadar medya ve gazetecilik testi yaşanmasına da imkân verdi ve görüldü ki medya, siyasal iktidarın görmek, duymak istemediğini vermemenin ötesine geçerek, olayları iktidarın duymak, görmek istediği şekilde yansıtıyor. Dış basının ilk günden beri canlı yayınlarla aktardığı toplumsal olayları önce görmezden gelen ana akım medya, ardından olaylara dair yaptığı haberlerle eylemleri meşru tabandan yoksun bırakmaya hizmet eden “marjinalleştirme”, “ötekileştirme” çabasına katkı vermeyi tercih etti. Eylemlerin evrensel gazetecilik standartları bakımından haber olma ölçütüne çoktan ulaştığı saatlerde penguenlerle ilgili belgeseller, izdivaç programları yayınlayan, haber bültenlerinde Türkçe Olimpiyatları’nı birinci gündem maddesi olarak sunan ana akım medya, günler ilerledikçe gösterileri önemini ve anlamını mümkün olduğunca dar tutacak şekilde haberleştirmeyi tercih etti.
“Misenformasyon” ile yetinmeyip bizzat “dezenformasyon” yapma süreci sonunda ana akım medya halktan bugüne kadar hiç görmediği kadar tepki gördü. Kitleler ilk defa CNNTürk’ün, NTV’nin, HaberTürk’ün binaları önüne yığıldı ve medya ile siyaset arasındaki kirli ilişkiyi protesto ettiler. Başbakan’a korkmadan soru sorabilen, yani aslında yalnızca işini iyi yapan Reuters haber ajansı muhabiri Birsen Altaylı halktan büyük övgüler aldı. Buna karşılık görece daha cesurca kaleme alınmış tespit ve yazılara yer veren ana akım köşe yazarlarının sayısının birer ikişer artmaya başladığı gözleniyor. Hatta NTV çalışanı bazı gazetecilerin istifa ederek tepkilerini ortaya koydukları görüldü.
Bu gelişmelere karşın, demokratik talepler içeren kitle hareketlerine hükümetten gelen tepkiler o kadar öfkeli ve küçümseyici ki bu konuda sadece muhalif medyadan değil ana akım medyadaki önde gelen muhafazakâr köşe yazarlarından dahi eleştiriler geldiğini gördük. Ana akım medyada yer alan Şahin Alpay, Ahmet Hakan, İhsan Dağı gibi “muhafazakâr” yazarlar da köşelerinden Erdoğan’a kitlelerin taleplerini dinlemesi ve toplumdaki gerilimi azaltacak girişimlerde bulunmasını tavsiye etmeye başladılar.
Sonunda Doğuş Yayın Grubu CEO’su Cem Aydın, Gezi Parkı eylemleriyle ilgili olarak yayın grubundaki gazetecilerle yaptığı toplantıda kurum olarak hata yaptıklarını kabul etti ve “Yaşanan son gelişmelerin tüm medyayı olduğu gibi NTV çalışanlarını üzdüğünün de farkındayım. Eleştiriler büyük oranda haklıdır. Bunu herhangi bir nedenle değil vicdanımla söylüyorum. Mesleki sorumluluğumuz açısından bize düşen, olanı olduğu gibi vermektir.” sözleriyle ana akım medya için önemli bir gelişmeye imza atmış oldu.
Ancak ana akım medya içinden gelen bu sınırlı etik çıkışların aksine, Başbakan Erdoğan’ın çıktığı yurtdışı gezisinden dönmesinin ve eylemcilere karşı aynı sertlikte mesajlar vermeyi sürdürmesinin ardından, ana akım eski alışıldık yayın politikasına geri döndü. Gelinen noktada, ticari çıkarlarının selameti için Başbakan ve hükümet yetkililerini kızdırmaktan titizlikle kaçınan medya sahipleri ve yöneticilerinin Türkiye ana akım medyasının gazetecilik adına iflasını tescil ettiklerini görüyoruz.
Sonuçta Gezi Parkı eylemlerinin ardından ana akım medya sahiplerinin ve üst yöneticilerinin olmasa da, gazetecilerin ve editörlerin mevcut yayın politikalarında değişikliğe gidilmesi için medya içinden bir etik dönüşüm başlatma yoluna gidip gitmeyeceklerini zaman gösterecek. Ancak ana akım medyanın zaten pek sağlam olmayan imaj ve güvenilirliğinin artık neredeyse tamamen yok olduğunu ve izleyici/okuyucuları ile arasındaki güven ilişkisini yeniden kurmaya hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyduğunu söylemek mümkün.
Sosyal medya “belası”
Ana akım medya için kırılma noktası oluşturması dışında, bu eylemleri Türkiye ölçeğinde eşsiz kılan bir diğer gelişme de sosyal medyanın protestocular tarafından politik amaçlarla aktif olarak kullanılması oldu. Sosyal medyaya dair güncel akademik tartışmalarda sıklıkla küresel bir örnek olay olarak incelenen Arap Baharı ve Wall Street olayları sonrasında ilk defa Türkiye’de sosyal medya bu ölçüde örgütlü olarak kullanıldı. Sokaklardaki kitle hareketlerini organize etmek için iletişim kanalı olarak işlev görmesinin dışında sosyal medyanın bizzat bir protesto ve eylem mecrası olarak kullanıldığında tanık olduk. Sıradan insanlar eş zamanlı çoklu medya ve içerik paylaşımı yaptılar, yaratıcı sloganlar ürettiler. Ayrıca polisin aşırı şiddet kullandığını sergileyen kanıtları içeren bloglar, sözlükler aracılığıyla kısa sürede güncellenen veri havuzları oluşturdular. Kısacası ana akım medyanın adeta iflas ettiği noktada sıradan insanlar bizzat “yurttaş gazeteciliği” örneklerini hayata geçirmeyi başardılar.
Bu gelişme elbette bazı olumsuz sonuçları da beraberinde getirdi. Bilgi kirliliği ve haber manipülasyonu kaçınılmaz olarak sosyal medya ağlarında da kendisini gösterdi. Ancak eylemcilerin paylaşımları içinde bilgi kirliliğine itibar edilmemesine ve güvenilir haberlerin paylaşımına yönelik uyarı ve çabaların önemli yer tuttuğunu da dikkatlerden kaçırmamak gerekiyor. Sonuçta, yurt dışındaki medya kuruluşları için de veri sağlayan sosyal medya kullanıcıları ana akım medyadan doğan boşluğu doldurmak noktasında iyi bir sınav verdi. Bu bakımdan, Başbakan Erdoğan’ın “Twitter denilen bir bela var. Sosyal medya denilen şey: Bana göre toplumun baş belası.” olarak tanımladığı sivil iletişim ağlarının mevcut hegemonik medya pratiklerine karşıt ve muhalif bir haber dili oluşturmak konusunda umut verici bir örnek olduğunu söyleyebiliriz.
Elbette bir başka umut verici gelişmenin de alternatif medyanın öneminin nihayet kavranması ve hak ettiği ilgiyi görmesi konusunda yaşandığını tespit etmek gerekiyor. Ana akım medyanın mevcut dışlayıcı, ötekileştirici, cinsiyetçi, eril ve militarist haber diline karşı farklı ve eşitlikçi bir dil kurmak noktasında alternatif ve bağımsız medya kuruluşlarının özellikle olağanüstü dönemlerde ne kadar elzem oldukları bir kere daha görüldü. Bağımsız haber kuruluşları sosyal medya ile eşzamanlı olarak kamunun bilgi ve haber açığını gidermek için büyük bir boşluğu doldurdular. Editöryal öncelik ve değerlerle medya sahibinin çıkarları arasındaki mesafenin daraldığı noktada okuyucunun ihtiyaç duyduğu güvenilirlik garantisini sağlayabilen yalnızca alternatif ve bağımsız medya kuruluşları oldu. Bu nedenle alternatif yayıncılığın, pazar/piyasa hâkimiyeti son buluncaya kadar sürdürülmesi gereken bir mücadele olarak görülmesi gerekiyor.
Sonuç nereye varmalı?
Gezi Parkı eylemleri bir haftayı aşkın süredir Türkiye’nin farklı kentlerine ve toplum kesimlerine yayılarak sürüyor. Meydanlardaki protestoların yanı sıra insanlar her akşam evlerinin balkonlarında tencere-tava sesleri ve yanıp sönen ışıklar eşliğinde siyaset ve medyadaki kirlenmeyi, kapitalizmin acımasız yüzünün doğayı ve kamusal alanları tahrip etmesini protesto ediyor. Öte yandan bu eylemlere karşı kolluk kuvvetlerinin orantısız güç kullanımı da artarak sürüyor.
Bu hareket sadece Gezi Parkı’nı kurtarma hareketi ya da hükümeti istifa ettirme amaçlı bir isyan hareketi olmaktan öte anlamlar taşıyor. 1980 sonrası gittikçe apolitikleşen toplum yapısından sıyrılmak ve mevcut sivil duyarlılığı seçim ortamına kadar korumak oldukça önemli. Bu noktada artık gittikçe artan şiddete maruz kalma/bırakma ve karşılıklı restleşme ilişkisinden sıyrılıp, kendi politik tavrını net olarak koymak, iktidarın baskıcı uygulamalarına karşı siyasi partilerin eksik bıraktığı toplumsal muhalefeti örgütlemek ve anlamlı ve tutarlı bir talepler bütünü oluşturmak gerekiyor. Mevcut taleplerin özellikle uzun vadede meşruiyet kazanması ve sistemli bir yapıya oturtulması için örgütlü olarak çaba göstermek önemli. Elbette bu çaba sivil toplum örgütlerinin, sendikaların, meslek kuruluşlarının ve üniversitelerin farklı bir örgütlenmeye ve işbirliğine gitmesi ile mümkün olacak. Bu çabaları sistemli olarak dillendirmek noktasında ana akım medyanın boşluğunu yerel, alternatif ve bağımsız yayın kuruluşları ve yurttaş gazeteciliği ile doldurmak ise pekâlâ mümkün görünüyor. Zira tam da şu anda başka türlü bir iletişime çok ihtiyacımız var. (AT/HK)