Belgesel deyince de akla ilk gelen o vahşi doğa ve hayvan belgeselleri. Dikkat edin bu tür filmlere, orada hep, hayvanların saldırganlığı, birbirlerini yakalayıp öldürmeleri adeta meşrulaştırılıyor ve insan türü için de örnek gösteriliyor.
Vahşet, doğada ya da hayvanlar arasında doğal ve normal olabilir ama onlar hayvan, ben bir hayvanseverim, ama yine de o hayvani dürtülerin sözümona bilimsel bir şekilde, zoolog açıklamalarıyla meşrulaştırılması her halükarda yaygınlaştırılması medyanın insanlara kabul ettirmek istediği bir yaklaşım. İnsan bilincine, yurttaş kimliğine açıkça bir saldırı var bu yaklaşımda.
İkinci olarak, bu tür toplantıların, medyaya oranla hakiki, sahici bir yanı var. Etten kemikten, akıldan duygudan oluşan insanlar, bir salonda bir araya geliyor, bilgi ve fikir alış-verişinde bulunuyor. Karşımızda, kağıt, ekran ya da hoparlör-mikrofon yok, insan var. Medyanın insanları yalnızlaştırma işlevine karşı çıkmış oluyoruz bu tür toplantılara katılarak, söz alarak, soru sorarak, itiraz ederek, konuyu açarak...Şu 4-5 saat medyadan, televizyondan uzak olmak bile başlı başına olumlu bir şey.
Yumurtasız omlet
12 Eylül, Türkiye siyasal tarihinde önemli bir dönüm noktası. Bir kırılma hatta yıkılma kavşağı. Benden 12 Eylül'ün medya üzerindeki etkileri üzerine konuşmam talep edildi, ama bu fırsattan istifade ederek siyaset ile medya arasındaki kopmaz, kaçınılmaz, organik bir ilişkiden söz etmek istiyorum. Son zamanlarda sadece Türkiye'de değil, dünyada da medya tahlilinde, medya eleştiri yönteminde, yaygınlaştırılmaya çalışılan bir yöntem var: Apolitik ve depolitik bir medya eleştirisi.
İşte efendim, şu haberde şu sözcüğü yanlış kullandık, fotoğrafın çerçevesi yanlıştı, 16 punto yerine 14 punto kullanmalıydık, katilin adını yanlış yazmışız, mizanpajda o iki haberi yan yana vererek hata ettik türünden bir medya eleştirisinden söz ediyorum.
Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) büyük medya holdingleri bu tür medya eleştirisi yapan uzmanlar var, hatta böyle dergiler bile çıkarıyorlar. Türkiye'de okur mektuplarından yola çıkıp bu tür teknik, mesleki hataları gündeme getirenler var.
Ombudsman, okur temsilcisi filan...Bu tür bir eleştiri, başlı başına önemli bir olumsuzluğu temsil ediyor. Çünkü medyanın siyasi, ideolojik, kültürel açıdan iktidarla ilişkisini gizlemeye, tahrif etmeye yönelik bir şekilde kullanılıyor.
Salt teknik ve mesleki düzeyde kalan bir medya eleştirisi sadece eksik bir eleştiri değildir, işin en önemli yanı olan medya mülkiyeti, siyaset ve iktidar ilişkilerine kasıtlı olarak değinmediği için zararlı ve tehlikelidir.
Sabah oturumunda konuşan, Umur Talu, bu konuda, yani medya eleştirisinde siyasetin, iktidarla ilişkinin hakkını veren nadir meslektaşlarımızdan biridir. Mesela bugünkü yazısında, zırhlı arabalarda gezen genel yayın yönetmenlerini eleştirirken, meseleye halk otobüsünde oturan yolcu gözlükleriyle bakılmasını salık veriyor.
İşte tam da benim siyaset, iktidarla ilişkiler dediğim de bu. Gazeteci habere, konuya, fikre, iktidara nereden bakıyor? Halk otobüsünden baktığımızda sorun yok, çünkü medya ancak kamu çıkarının, toplumun, yurttaşın gözünden baktığı zaman topluma, doğru dürüst gazetecilik yapıyor. Ötekiler, egemenlerin, apoletlilerin, siyasi-ideolojik ve ekonomik iktidarın sözcülüğünü yapıyor. Medya eleştirisi siyasi, ideolojik bir tutum gerektirir. O tutumun adı da meşrulaştırma, onaylama ya da tashihçilik değil, muhalefettir. Siyasi, ideolojik boyutu olmayan medya eleştirisi, yumurtasız omlete benzer.
Medya çağının kara başlangıcı
12 Eylül, medya açısından da önemli bir kırılma ve yıkım noktası. Benim, matbuat-basın-medya aşamaları olarak kategorize ettiğim, 1831-2002 arasındaki Türk basın tarihinde, şimdilik son dönem olan medya çağının başlangıcı da, 12 Eylül 1980'e tekabül eder. Tabi ki süreç meselesi, bu nedenle öyle kesin tarihler vermek mümkün değil.
Ama Turgut Özal'ın 'Türkiye'ye iki buçuk gazete yeter' şeklindeki açıklamasını medya döneminin miladı olarak kabul etmek mümkün. Aynı tarihlerde, yasal boşluk ortamında, oğlunu özel televizyonculuk mecrasına da sokmuştu
Özal.12 Eylül medyasının özelliklerine gelmeden önce 12 Eylül'ün siyasal, ideolojik, toplumsal ve kültürel yansımalarına şöyle bir baktığımızda önemli değişimler görüyoruz: Bir kere sağ ile sol arasındaki ilişkilerde sol çok büyük bir darbe alıyor. Askeri rejim, sola karşı sadece gayrı meşru ve yasadışı polisiye önlemler almakla yetinmiyor, ideolojik alanda da yoğun, düzenli, sistematik bir saldırı kampanyası başlatıyor.
12 Eylül solun önemli bir yenilgi tarihi. Kaçınılmaz olarak kamu çıkarı da özel çıkar karşısında ağır bir mağlubiyet alıyor 12 Eylül'de. Türk toplumunda zaten var olan milliyetçi militarizm, 12 Eylül'den sonra tek başına ve muhalefeti yasaklayarak siyasi iktidarı ele geçirdiği gibi kültürel ve toplumsal alanda da kendine geniş bir taban oluşturabildi. Direnişin kırıldığı bu askeri dönemde, eğitimden iş dünyasına, sağlıktan spora kadar neredeyse her alanda yozlaşmanın, lümpenleşmenin, köşe dönmeciliğin güçlendiğini görüyoruz. 12 Eylül, o zamana kadar zaten güdük olan hukuk devleti anlayışını da yerle bir etti. 12 Eylül, Türkiye'de demokrasiye karşı otoriterizmin galebe çaldığı dönemin başlangıcıdır. Keza 12 Eylül, çokrenkliliğe ve çoksesliliğe karşı, 'Tek Düşünce'nin zafer kazandığı bir dönemdir.
Toplumun boynu büküldü 12 Eylül'de. Çünkü gençleri, solcuları astılar. Hürriyetleri kısıtlayıp, yasakları çoğalttılar. Apoletliler, tüm topluma haki elbiseler giydirdi, kafalarımızı ve içindekileri sıfıra vurdurdu. Darbeci azınlık, çoğunluk üzerinde tahakküm kurmaya başladı. Zenginleri sevenler Başbakan sonra da Cumhurbaşkanı oldu. Amerikalıların 'Bizim çocuklar' dediği darbeciler, iş adamlarına 'Bugüne kadar biz dert çekiyorduk, bundan sonra da işçiler çeksin' dedirtti.
Bugünkü liberal küreselleşmenin tohumlarının atıldığı 80'lerde, insanları yurttaş kimliğinden arındırıp salt bir tüketici haline sokmak önemli bir amaçtı. Tüketim kapitalizmi için tabanda gerekli olan bu değişim, hem her türlü muhalefet ve direnişi emecek hem de insanlara güzel dünyalar vaat edecekti. Başta reklamlarla yapılan bu yoğun bombardımanın Genel Kurmay Başkanlığı tabi ki medya idi. Reklam derken, sıradan bir ticari tanıtım faaliyetinden sözetmiyorum, bugün her türlü medya organında hatta bir çok insanın davranış koduna da sinmiş olan reklam ideolojisinden söz ediyorum. Bir yanılsama faaliyeti, bir aldatmaca mekanizması, elmaşekerinde elmayı gösterip, sapını sokma girişimi! Gerçekle sanal arasındaki ilişkileri altüst edip, sanalı gerçeğin yerine koyma teşebbüsü...
Generallerin 12 Eylül'ü dünyadaki o zamanki adıyla Yeni Dünya Düzeninin Türkiye'deki yansıması. ABD'de Reagan, İngiltere'de Thatcher ve Türkiye'deki yetkili mümessili Özal'la Türkiye toplumuna tabir caiz ise deli gömleği giydiriliyor. Elleri kolları bağlı, ağzı kapalı, ayakları prangalı! Bu siyasi ortamın medyaya nasıl yansıdığını tahmin etmek çok güç değil...
Cağaloğlu'ndan ikitelli'ye geçerken kayıplarımız
Oturum Başkanı Nail Güreli olsun, Umur Talu olsun, ben olayım ve salonda bulunan başka bir çok arkadaş, 12 Eylül'den önce de sonra da gazetecilik yaptı. Bu nedenle sadece kendi pratiğimizden bile bu olumsuz değişimi kolayca görebiliriz, anlayabiliriz, tahlil edebiliriz.
Önem hiyerarşisine göre saymayacağım ve bir ihtimal tüm değişimleri sıralayamayacağım ama 12 Eylül öncesi ve sonrasında Türk medyasındaki temel değişiklikler bence şunlar:
Matbuat ve bir ölçüde basın döneminde yaşadığımız mekanizmalar, neredeyse toptan değişti. Eskiden bir zenaat olarak ifa edilen gazetecilik, 80'den sonra bir sanayi haline geldi. Ve sanayiinin en önemli kuralı olan arz-talep de, medya faaliyetlerinde temel ilke olarak benimsendi. Ya da öyle gösterildi...
Gazetecilik artık yurttaş, okur için değil, siyasi-ideolojik-iktisadi iktidar için yapılıyordu. Tanım, amaç, çerçeve, işlev, mekanizma değişmişti. Gazeteler ve gazeteciler, eskiden milletvekili filan da olsalar yani siyasi iktidara bağımlı olsalar da ekonomik ya da mali odaklarla bugünkü kadar yoğun, organik ilişki içinde değillerdi. Mali sermayenin medyaya yatırım yapması yeni bir olgu. Ayrıca da medya organları sahipleri de, bu aracı kullanarak, hem siyasi hem de ekonomik güçlerini artırmak için, sanayi, maliye ve ticaretin diğer alanlarına da el attılar. Medya mülkiyeti bu nedenle büyük ölçüde kimlik, içerik, işlev ve amaç değiştirdi.
Bu değişimin somut ifadelerinden biri Cağaloğlu'ndan İkitelli'ye taşınmadır. Mütevazı gazete yazı işleri salonları, kent dışında uzay üslerine benzemeye başladı. O kısır, insansız ve bence zevksiz cam ve metalik binalarda üretim de kaçınılmaz olarak farklılaşacaktı. 80 öncesi gazetecilerin büyük bir çoğunluğu, belediye otobüsüne, şehir hatları vapurlarına binip, sıradan insanların yaşadığı semtlerde yaşarken, 80 sonrası medyanın sözümona artan gücüyle, medya yöneticileri, toplumdan ve kamudan koparak elitleşti.
Yaşam tarzları, semtleri, araçları, yaşam ve eğlence mekanları yerleri değişti. Bugünkü medyacılar 'Villa-Plazza-Laila' üçgeni içinde yaşıyorlar. Bu nedenle de dünyaya o gözlüklerle bakıyorlar ve yansıtıyorlar. Mesela bir gazetecinin İstanbul'dan ayrılıp Orta ya da Doğu Anadolu'ya halkın nabzını tutmaya gitmesi eskiden son derece doğal ve olağan bir faaliyet iken, bugün böyle bir deplasman sür manşetten haber olarak duyuruluyor. Eskiden gazetecinin simgesi olan ince belli çay bardağı ile simidin yerini bugün Viyana patisserie'leri ve Limoges porselen fincanları aldı. Simge ama önemli bir simge!
· 12 Eylül'den sonra, Türk medyasında var olan devlete bağımlılık, siyasi ve ideolojik boyutlardan başka, iktisadi ve mali boyutlarıyla da katmerlendi. Eskiden kağıt tahsisi ya da Basın-İlan Kurumu marifetiyle gazeteler üzerinde baskı uygulayabilen siyasi iktidar, 80'den sonra devlet bankalarının kredileri, büyük devlet ihaleleri aracılığı ile de medyayı sıkı bir şekilde kendi resmi ideolojisine ve çıkarlarına bağlamasını bildi.
Matbuat ve basın döneminde nüfusun ancak belirli bir bölümüne hitap edebilen gazeteler, 80 sonrasındaki medya döneminde çok daha popüler, kolay satılır, kolay tüketilir bir meta haline geldi. Gazete, dergi sayısı arttı, 1993'deki tekelin kalkmasından sonra da radyo ve televizyonlar mantar gibi türedi. Ne var ki nicelikteki bu artış, nitelikte, yani medyanın içeriğinde, eskiye oranla büyük bir lümpenleşme, magazinleşme, sıradanlaşmayla birlikte gelişti. Popüler/Ciddi ayrımı büyük ölçüde ortadan kalktı.
· 12 Eylül, medyada sendikasızlığın simgesidir. Sendika, gazetecilerin, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve mesleki haklarının korunup, güçlendirilmesinin yanı sıra önemli bir başka toplumsal işlevi de yerine getiriyordu ki, bu da mesleki dayanışma idi. 12 Eylül'ün insanlara dayattığı 'birey olmadan bireyci olun' şeklindeki felsefesi, sendikanın ortadan kaldırılmasıyla, gazetecileri işverenin insafsızlığına bıraktığı gibi, gazetecilerin kendi aralarındaki dayanışmayı da yıktı.
80 sonrasının medyadaki en önemli ve olumsuzluklarından biri de kuşkusuz tekelcilik. Medya mülkiyetindeki bu yoğunlaşma son yıllarda mahkeme ve hatta cezaevlerinde bazı medya patronlarının boy göstermesiyle de tezahür etti. Medyadaki mülkiyet tekeli kaçınılmaz olarak medya organlarının içeriğinde de, toplumdaki çoksesli ve çokrenkli yapıyla çelişen bir tekdüzeliğe yol açtı. Bugün egemen medyanın önde gelen yayın organları, Türkiye'nin temel siyasi, ideolojik, diplomatik ve iktisadi konularında, çok hafif ton farklarıyla aynı temel görüşü savunuyor ve yaygınlaştırmaya çalışıyor. Serbest piyasacı, neoliberal, milliyetçi ve militarist söylem ve yayın politikaları manşet haberden spora kadar her gazete, radyo, televizyon ve İnternet sitesinde sırıtıyor. Türk medyası, resmi ideolojinin 'birlik ve beraberlik' yaklaşımının sözcüsü haline geldi. Sadece 1980 yılında Türkiye'de, kendisini sol olarak tanımlayan dört günlük gazetenin (Cumhuriyet, Demokrat, Politika, Aydınlık) yayın yaptığını hatırlayacak olursak bugünkü siyasi ve fikri ortamın ne kadar güdük, tekdüze ayrıca da dengesiz ve sağcı olduğunu görebiliriz.
Aslında içeriğe ilişkin en önemli değişim, yurttaşın medya döneminde gazete, radyo ya da Tv istasyonuna olan güven ve inancını büyük ölçüde yitip gitmesi. Eskiden, bir olayın doğruluğunu vurgulamak için kullanılan 'Gazete yazdı!' deyimi artık bir olay ya da görüşün doğru olmadığını vurgulamak için kullanılır oldu. Zaten 80 öncesi Türkiye'de kişi başına düşen gazete sayısının bugünden daha yüksek olması da bu güven erozyonu ile açıklanabilir.
12 Eylül'ü , tabi ki, eskiden son derece olumlu olan medyayı son derece olumsuz hale getirmiş bir tarih olarak görmek mümkün değil. Çünkü Türk medyası zaten hiç bir zaman tamamen olumlu olmadı. Ancak, 12 Eylül, siyasal ve toplumsal manzarada yarattığı yıkımla, medyayı da büyük ölçüde siyasi,ideolojik ve iktisadi egemen odağın güçlü bir aracı haline getirdi. Kamusal niteliğini iyice törpüledi. Medyanın muhalif işlevini berhava etti.
Sonuç olarak 12 Eylül, Washington kaynaklı bir toplum projesi olarak 1980'den bu yana adım adım inşa ediliyor. Bu inşaatın en önemli taşıyıcılarından biri de hiç kuşku yok ki medya. Ama tüm olumsuzluklara, tüm tahribata rağmen, 12 Eylül felsefesinin medya aracılığıyla topluma zorla kabul ettirilme süreci, aslına bakıldığında, onların istedikleri başarıya ulaşamadı. Kendisini siyasi-ideolojik-kültürel iktidar yerine koyan Türk medyası, toplum mühendisliği dersinden ikmale kaldı.
Gazeteciliğin temel ilkelerinin neredeyse tümüne toptan ihanet eden apoletli Türk medyası, Batı'daki refiklerine oranla, sağ/sol, kamu çıkarı/özel çıkar dengesini bile gözetemeyen ve belki de dezinformation ve misinformation alanlarındaki teknik ve mesleki beceri eksikliği nedeniyle, son 20 yılda büyük bir prestij kaybına uğradı.Fransız matbaa işçilerinin jargonunda, gazeteye 'menteur' derler. Menteur de 'yalancı' demektir. (SON/RD/NM)
* 78'liler Vakfının, 14 Eylül 2002 Cumartesi günü, Istanbul Tarık Zafer
Tunaya Kültür Merkezinde düzenlediği toplantıda yapılan konuşmanın genişletilmiş ve yazıya dökülmüş versiyonu.