İki hafta önce bianet için kaleme aldığım Çalışmanın Muamması: Medyada Kültür İşçisi başlıklı yazımda, John Bellamy Foster'ın "Çalışma, günümüz toplumunda bir muammadır" sözünden hareket etmiş ve bu muammayla baş edebilmek için "çalışmanın öznel yanına" ait bilmecelerden beslenen hayalet-bedenle yüzleşmek zorunda olduğumuzu söylemiştim. Bu yüzleşme için medyayı bir yüzey olarak ele almış ve medyada bir kültür işçisinin, bir yönetmenin çalışma hikayesine bakmıştım. Burada da benzer bir yerden hareket edeceğim ancak bu kez set işçilerinin çalışma hikayelerine bakmayı deneyeceğim.
Giriş Taksimi
Bundan dört sene önce, "Star TV'de yayınlanan 'Sonbahar' dizisinin çekimlerinden dönen set ekibi kaza yaptı. Emniyet şeridinde duran kamyona arkadan çarpan kamyonette bulunan 2 kişi öldü" (Radikal). İki gencecik kadın; Zehra Sezgin, Tülay Ergildi.
Çok değil, bu sene, üstelik 1 Mayıs gibi bir günde, "Arka Sıradakiler dizisinin sanat grubu asistanı Selin Erdem film ekibine ait bir aracın freninin boşalmasıyla gerçekleşen trafik kazası sonucu hayatını kaybetti" (Radikal). Selin de gencecik bir kadındı.
Medya aracılığıyla haberdar olduğumuz, Foster'ın tabiriyle "çalışmanın katı tecrübelerinin" satır başları şunlar: Bu iki olaydan hemen sonra, iki olayda da ortak bir biçimde işverenler cephesinden savunmacı sevimsiz sözler, sektörde çalışanlar cephesinden ise bu sevimsiz sözlere itiraz eden tepkisel sözler duymamız geç olmadı.
Sine-Sen, Zehra ile Tülay'ın ardından "Setler Tuzla Olmasın" sloganıyla bir eylem düzenledi. Zehra ile Tülay'ın adlarının, 2010'da Sen-Der'in öncülüğünde düzenlenen "Yerli Dizi Yersiz Uzun" eylemi sırasında da anıldığına şahit olduk. Yine, Sine-Sen, Sine-Sen'e destek veren Sen-Der, Sinema Oyuncuları Meslek Birliği (BİROY) ve Oyuncular Sendikası'ndan bir grup, Selin'den sonra "Setlerde Ölmek İstemiyoruz" sloganıyla bir eylem düzenledi. Selin'in davası şu anda mahkemede. Oyuncular Sendikası bu davanın takipçisi...
Ara taksim
Bir sektör düşünün. Bu sektörde sendikacılık yapmaya çalışan insanların uğraşması gereken temel konu, üretim araçlarını elinde bulunduranlarla hesaplaşmak, onlarla mücadele etmenin yollarını aramak değil, çalışma arkadaşlarını "işçi" olduklarına ikna etmek olsun.
Televizyon, sinema gibi sektörler tam da böyle. Örneğin, Türkiye'deki Oyuncular Sendikası, "Sigortalı çalışmak her çalışanın en temel hakkı iken, oyunculuk mesleğinde ise bizzat oyuncular tarafından bu hayati mesele dışlanıyor, gereksiz görülüyor ve nedense işin tabiatına yakıştırılamıyor" demekte.
Ancak bu sorun yalnızca Türkiye'ye özgü değil. Örgütlü mücadele tarihleri sayesinde Türkiye'deki kültür işçileriyle kıyaslanmayacak kadar çok hak elde etmiş bulunan İngiliz ve Amerikalı kültür işçilerinde de, özellikle genç nesilde, "emeklilik hakkı", "sağlık sigortası" gibi işçilerin dünyasına özgü hayati meseleleri ihmal etmeye dönük bir tavır hakim. Söz konusu ortamı yaratan nedenleri enine boyuna tartışmak bu yazının kapsamını epeyce aşıyor ancak ben yine de David Hesmondhalgh ve Sarah Baker'in çalışmalarından hareketle, "yaratıcı" sektörlerdeki örgütlenme sorunları hakkında bize fikir verebilecek temel çelişkilere çok genel hatlarıyla değinmeye çalışayım.
Hesmondhalgh ve Baker, "yaratıcı işçilerin" yüz yüze oldukları zor koşullara rağmen pek çoğunun yaptıkları işten hatırı sayılır düzeyde mükâfat elde ettiğini söylemekte ve şu soruyu sormaktalar: Peki bu işler kimlere ait?
Soruyu yanıtlamak adına, emeğin toplumsal işbölümü meselesine ve geniş anlamıyla toplumda yatan eşitsizlik örüntülerine dikkat çeken Hesmondhalgh ve Baker'a göre, bu sektörler, genellikle orta sınıftan, yüksek eğitimli insanlara kapıların açıldığı, erkeklerin kadınlara göre, beyazların ise siyahlara göre daha avantajlı olduğu bir dünya resmi çiziyor.
Yazarlara göre, ilkinden bağımsız düşünemeyeceğimiz ikinci temel nokta ise şu: Bu sektörlerin kendisi de haliyle emeğin toplumsal işbölümü meselesinden muzdarip. Bu bağlamda Hesmondhalgh ve Baker, bu sektörlerde kimilerinin daha yaratıcı, daha talepkâr, daha zorlu fakat aynı zamanda tatmin edici görevler üstlenirken, kimilerinin aynı sektörün can sıkıcı, rutin işlerini yaptıklarına işaret etmekteler. Yine, burada Hesmondhalgh ve Baker'ın tespitlerine eklenmesi gereken bir husus da şu olmalı: Yaratıcı işçilerin elde ettikleri mükâfatlar da fazlasıyla kırılgan. Öyle ki, televizyonun yeni hikayesi Kötü Yol'da hırslı yönetmen Kenan Yılmazer'in, kafada elma patlatma sahnesini çektikten sonra, nasılsa sette arkasını toplayacak birileri olduğu için kibirle yere attığını gördüğümüz ve neyse ki "sinemaya aşık Leman Aksular"ı öldürmeyen silah, gerçek hayatta borçlarını ödeyemeyip bunalıma giren bir oyuncunun eline de düşebilir.
Kanımca, eğer "yaratıcı" adı verilen sektörlerde çalışmanın "muammasını" hakikaten anlamak istiyorsak, Hesmondhalgh ve Baker'ın işaret ettiği çelişkiler üzerinde düşünmek ve elbette bu sektörlerin kırılganlığını tartışmak zorundayız. Ancak burada önemli bir noktayı gözden kaçırmamalıyız. Bu sektörler, beğensek de beğenmesek de, insanlara günümüz toplumunda başka işlerde çok kolay bulamayabileceklerini hissettikleri bir şey vaat ediyor: Oyuncul bir çalışma deneyimi, bu oyunda olmanın hazzı.
Açıkçası ben, çalışmanın öznel yanına ait bilmecelerle yüzleşebilmek adına, buradaki hazzı yanılsamadan ibaret saymak yerine, hazza sahip çıkmanın politik olarak daha anlamlı olacağına inanıyorum. Hazza sahip çıkmak, fedakâr ve çileci bir çalışma tecrübesine göndermelerle yüklü "Bu iş aşk işidir" bahanesini öne sürüp sektördeki derin çelişkileri görmezden gelmekten daha samimidir. Hazza sahip çıkan politik tavır, etik bir tavırdır. Bu tavır, kendi ölümlerinin acısına sahip çıkma iradesini de bizzat kendisi gösterir. Ne zaman setlerde işçiler ölse o zaman Tuzla'daki tersane işçisini aklına getirmez. Daha açık söylemeli; Zehra ile Tülay'ın ardından, "Setler Tuzla Olmasın" sloganıyla yürümekten başka bir çare bulamamak, ne yazık ki çileci aşkın yanıp sönen kıvılcımlarıyla esrimiş, takatsiz kalmış bir sektöre mahsustur.
Yaratıcı sektörlerdeki çalışma tecrübelerine ilişkin bu çelişkilerin, "Türk Sineması Çalışanlarının Örgütlenme Sorunları" başlıklı, Derya Çetin'e ait yakın tarihli bir doktora tezinde de ele alındığını söyleyebilirim. Merak edenler tezi bulup okuyacaktır ama ben yine de belki konuya ilişkin merakı bir an önce harekete geçirir ümidiyle, bu tezde rastladığım, bir kültür işçisine ait çarpıcı bir sözü burada alıntılamak istiyorum. Bu sözü, Türk sinema sektöründe dernekten kapsayıcı bir sendikaya geçmenin gündeme geldiği günlerde, 1976 tarihli 8-24 Mayıs Toplantıları esnasında, Paşa Gündoğdu söylüyor: "Yönetmenler, senaristler, starlar küçük burjuvadır. Aranıza almayın. Asıl emekçiler sizlersiniz. Küçük burjuvaları içinizden atın. Feyzi Tuna'nın söylediği gibi yönetmenler yapımcının maşasıdır."
Son taksim
Şimdi isterseniz bugüne dönelim ve set işçisinin ölümünün hikâye edildiği gazete haberleri arasında bazı haber başlıklarına hemen dikkat çekelim: "Son Bahar'da Büyük Hüzün" (Taraf), " 'Son Bahar'ı ağlatan kaza" (Milliyet), "Ölüm 'arka sıradaki'ni buldu" (Vatan).
Bu başlıklar, Foster'ın dikkat çektiği "romantikleştirme" dilinden muzdarip. Ancak elbette bu haberlerdeki romantikleştirme ile bir önceki yazımda incelediğim Nisan Akman haberlerindeki romantikleştirme arasında çok ciddi, temel bir fark var. Nisan Akman, kafasıyla çalışan bir işçi, Nisan Akman "kafa patlatıyor" (Sabah). Selin Erdem "bedeniyle" orada, hemen yanında başka bir beden, Ömer Özcan da orada. Selin'in bedeni üzerlerine doğru gelen minibüsü fark ediyor, "genç kadın yaptığı bir hamle ile arkadaşının hayatını kurtarıyor", Selin "kahraman olarak ölüyor" (Milliyet). Nisan Akman'ın -sonradan yalanlanan- "beyin kanaması" o ince eleyip sık dokuyan kafasının cilvesi; "sıcak havalar", "günde 18 saat çalışma" gibi gerçekler ne de olsa aşkla yapılan bir işin tuzu biberi. Hem beyin kanaması dediğin nedir ki? "Dizi setindeki talihsiz anlar"dan biridir sadece (HaberTürk).
"Kadıköy'deki dizi çekimlerinin ardından Bağcılar'da bulunan evlerine" dönüş yolunda, Zehra ile Tülay'ın bedenleri, sürücü Deniz Altuntaş'la birlikte, içinde bulundukları araçta sıkışıp kalıyor (Milliyet). O esnada sette, "aşkın meclisinde" değiller. Geçirdikleri kazaya gelince, yapımcının tabiriyle "abuk subuk" bir kaza sadece (Evrensel). Selin ise, 1 Mayıs'ta aşkın meclisindeydi. Selin'in ardından biz hepimiz şunları öğrendik: Aşkın meclisinin bazı kuralları vardır, bu kurallar en baştan kabul edilmelidir. Değil mi ki tatil gününüzde sevgiliye ayıracak zamanınız yok, değil mi ki sevgilinin kaşına gözüne laf etmeye başladınız, bu aşk bitmiştir artık. Değil mi ki ecel gelip kapıya dayandı, bu aşk hiç kavuşmamacasına bitmiştir. Öyle ya, yönetmenin söylediği gibi "Bu işin gerçekleri vardır. Beğenmeyen bu işi yapmayacaktır." (Radikal).
Burada, yazının başından beri işaret etmeye çalıştığım çelişkilere ilişkin son bir örnek vereceğim. "Yerli Dizi Yersiz Uzun" eylemini konu alan haberlerin pek çoğunda hemen oracığa iliştirilen bir slogana rastlıyoruz: "Fatmagül'e bir gün, bize her gün."
Haber metinlerinden anladığımız kadarıyla bu slogan, eylem sırasında Çarşı grubunun açtığı pankartta yer alıyor. Yine anladığımız o ki, sektör erkeklerin olunca işçi-erkeğin bedeni, işçi-kadının bedenine dokunmadan geçemiyor.
Sen-Der'in Nilgün Öneş'inin "Yerli Dizi Yersiz Uzun" sloganını bu işçi-erkek beden pek naif bulmuş olmalı. Ancak, bu slogana alkış tutan işçi-erkek bedenin gözden kaçırmaması gereken birkaç husus var: "Yerli Dizi Yersiz Uzun" eyleminde anılan iki isim de kadındı, ikisi de set işçisiydi, üstelik ikisi de sette "kadınsı" sayılabilecek işlerle yükümlüydüler.
Burada hazır yeri gelmişken söylemeden geçmek istemiyorum; eğer bir arpa boyu yol almak isteniyorsa, kadın bedenini hırpalayan eril-eylemci anlayış acilen terk edilmeli. Hak mücadelesi tarihi, bir üslup sorununa indirgenmeyecek kadar sancılıdır, evet. Yine de kabul edilmelidir ki elde edilen kazanımlar, mücadele sahiplerinin geliştirdiği üsluba da çok şey borçludur. İkna olmayanlar, Amerikalı senaristlerin birkaç yıl önce grevdeyken ürettikleri, internette dolaşan zekice hazırlanmış eylem videolarına göz atabilir.
Bu yazının son sözü şu; oyuncuların, yönetmenlerin, senaristlerin emeğini romantikleştirmek de, set işçilerini Tuzla'da bir Sonbahar mevsiminde, muhtemelen aralarında Fatmagül'ün de olduğu en arka sıraya oturtmak da aynı şeye hizmet ediyor. Çalışmanın katı tecrübelerinin gizlenmesine, çelişkilerin derinleşmesine...
* Evrim Yörük, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo-Televizyon Anabilim Dalı, Araştırma Görevlisi.
Notlar: Yazıda geçen alıntılar için bkz.
Braverman, Harry (2008). Emek ve Tekelci Sermaye. Çev. Çiğdem Çidamlı. İstanbul: Kalkedon;
Çetin, Derya (2010). Türk Sineması Çalışanlarının Örgütlenme Sorunları. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi);
Hesmondhalgh, David ve Sarah Baker (2011). Creative Labor: Media work in three cultural industries. London: Routledge.