Geçtiğimiz haftanın satır başlarında Diyarbakır yine yoğun günler yaşadı. İki gün süreyle “Güneydoğu’nun imajında medyanın rolü” konuşuldu.
Program "Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti" ve "Diyarbakır Ticaret Sanayi Odası"nın ev sahipliği ile Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve İl Valiliğinin destekleriyle 50 dolayında hemen her gazetenin köşe yazarlarının ve muhabirlerinin katılımı ile gerçekleşti. Bu program süredururken neleri düşündüm! Kendimden örneklerle onu paylaşayım.
İstanbul eksenli medya
Doğrusu benim, gazetelerde yazma serüvenim ilk evvel 90’lı yılların ikinci yarısında çıkan Yeni Yüzyıl’la başlamıştı. O zamanlar "Yeni Yüzyıl Gazetesi"nin “Perspektif” başlıklı bir sayfası vardı.
Sayfa sorumlusu da Ali Bayramoğlu idi. Kendisi ile o günlerde henüz tanışmamakla birlikte ilk yazılarımı cesaretle yollamıştım, o da yayınlamıştı. Sonra Diyarbakır’a gelmişti, tanışmıştık. Sıkı bir ilişkiye dönüşmüş ve epeyce yazım Yeni Yüzyıl’da çıkmıştı.
Sonra Radikal Gazetesi yayın hayatına başlamış benzer bir sayfa da “Forum” başlığı ile Radikal’de hayata geçmişti. Bu kez teklif oradan gelmiş ve daha önceden de tanıştığım dost olduğum Koray Düzgören “Bize yazar mısın?” diye sormuştu. Ve oraya da yazmaya başlamıştım. O gün bu gündür gazetelerde, dergilerde ve sanal ortamda köşe ya da değil yazma serüvenim süredurur.
Bu çerçevede medyanın bölge ile ilgili imajı ve rolü mevzuunda kafama takılan iki şey vardı.
İlki şudur: yukarıda kendimle ilgili paylaştığım örnek çerçevesinde hep şu takılır kafama; medya neden acaba genellikle bütün mevzuyu “İstanbul eksenli” olarak düşünür. “İstanbul gözüyle” olaylara bakar ve yorum getirir. Neden hemen bütün ulusal gazetelerin köşelerinde hep “İstanbul’u mesken tutanlar” yer alır. Bunun istisnaları için hiç mi kafa yorulmaz. Mesela Radikal’de, Milliyet’te, Hürriyet’te, Sabah’ta ya da diğerlerinde İstanbul’un dışında yaşayıp yazanlara / yazmak isteyenlere neden olanak tanınmaz, fırsat verilmez?
Bunun açık uçlu istisnası gibi sunulan, ne olduğu belirsiz ve amatörce mi profesyonelce mi yazıldığı bilinmeyen “serbest kürsü” tarifli kimi sayfalar olsa da kastım onlar değil. Bu ciddi bir sorudur, mutlaka paylaşılması gerekendir. (Elbette tirajları 10 binler civarında seyreden bunun kimi istisna gazeteleri vardır. Sözüm onlara hiç değildir. Benim de Diyarbakır’dan hiçbir telif almadan yazdığım ve yazarları arasında çıktığı günden bu yana dört yıldır yer aldığım BirGün gibi kimi gazeteler bunun istisnasıdır.) Bir diğeri ise adeta “müstemleke basını” gibi Diyarbakır merkezli bölgede ya da diğer bölgelerde haber yapan, muhabirlikle uğraşan ya da basın camiasında çalışanlar yaptıkları işleri ile ilgili çok ciddi olumsuzluklarla karşılaşır, çoğu kez de olumsuz manada yönlendirilirler.
Örneğin “imajı” yanlış gösteren bir haberle ilgili yerelde çalışan bir gazeteci ile konuştuğunuzda istisnasız tümü aynı yanıtı verecektir: “Vallahi de billahi de biz o haberi öyle yazmadık. Başlığı da dâhil haber merkezinde değiştirmişler.”
Bu haksız nedenlerle seçimle ya da atamayla gelen yerel iktidar odakları ile “küs olan” hatta daha da ötesi yüzlerine kapılar kapanan çok yerel gazeteci tanımışımdır. Elbette bunların iyi niyetinin dışında, tümüyle art niyetle, merkezdeki patronajın istekleri doğrultusunda “felaket tellallığı” yapan, patronajın istediği gibi habercilik yapanları hatta nasıl bir “kötü” haber yaparsa gazetesinin yer vereceğini ve maddi, manevi takdir alacağını bilip ona göre “iş” yapanları ayrı tutmak kaydıyla…
Bu iki noktadan hareketle medyanın, bölgesel ya da ulusal manada, zannedildiğinden çok daha öte elinde sihirli güçleri vardır. Bu gücü iki anlamda da (olumlu ve olumsuz) kullanmak söz konusudur. Kullananlar da vardır. Medyanın bu gücü olumlu ya da olumsuz anlamda kullandığı bugünlerde çok daha vakidir. İki örnek vermek gerekirse geçmişte çok daha objektif gazetecilik yaparlarken Ali Kırca ve Mehmet Ali Birand gibi gazetecilerin bugün geldikleri nokta tek kelimeyle onların geçmişleri ve habercilikleri adına hüzün vericidir.
Bu vesileyle bugün medyanın kamuoyunun imajında üstlendikleri rolleri tartışmak manasında Diyarbakır’da düzenlenen iki günlük programın dönem itibariyle de çok anlamlı olduğuna inanıyorum. Kimi gazete(ci)lerin, düzenleyicileri arasında sırf Ticaret Odası var diye haber olarak dahi yapılan işi görmemeleri medya haberciliği adına tek kelimeyle ciddi eksikliktir.
Hatta bir başka ifadeyle yeni bir medya mağduriyetidir, ki bu türden bir çalışmanın Diyarbakır’a bırakılmayıp bizzat İstanbul’un yapması gerekirken bunca medya mağduriyetine rağmen Diyarbakır’ın yapması manidardır. Unutmamak gerek!
Sol'un çok sevdiği bir sloganla ifade edeyim; zincir hep en zayıf halkasından kopmaz. Kimi kez de en güçlü olduğunu sandığınız ve beklediğiniz, güvendiğiniz halkasından kopar.
İşte tam da o noktada, elinizde çok az kalmış yürekli kaleleri daha da mağdur edip küstürmemek de gerek. Ezcümle “kalem ele küsmemeli”. Bu da kanımca medya etiğinin gereğidir. Eğer hâlâ o etiğin kırıntısı bir yerlerde kalmışsa… (ŞD/EZÖ).