Gazeteci Necdet Açan'ın "Kara Kuvvetleri fişleme" haberini manşet yapan Hürriyet'in yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök 4 Mart 2002'de yazısına "Siyamlı Taliban'ın balans ayarı" başlığını atmış ve Erbakan-Çiller koalisyon hükümetinin düşürülmesi ile sonuçlanan 28 Şubat süreci için "'Ordu-Millet el ele' sloganı belki de tarihimizin hiçbir döneminde bu kadar geçerli bir haykırış haline gelmemişti" diye yazmıştı.
Özkök, 3 Ocak 2000 tarihli yazısında ise, "Şimdi 28 Şubat... bir tarafta ordu var, bir tarafta da Çillerciğimle Erbakancığım var. Şimdi ben burada herhalde Çiller'i tutmam" diyen "eski tüfek" Mihri Belli'nin "sözde aydınlar"ı hayal kırıklığına uğratmasını alkışlıyordu.
Özkök çok daha yeni, 12 Eylül 2003 tarihli ve "Üç beş kişi aksini düşünüyor" başlıklı yazısında ise, "Ben gazeteci olarak 28 Şubat'ı destekledim. Hâlâ da destekliyorum. Yarın bu ülke, 97 şartlarına düşse, yine desteklerim" diyor, "28 Şubat bal gibi bir sivil toplum hareketidir" diye ekliyordu.
Hükümet düşürme ve balans ayarı yapma misyonuna sahip olabileceği kabul edilen bir devlet aygıtının yurt içinde istihbarat yapması garipsenemeyeceğine göre, Özkök için herhalde Necdet Açan'ın haberi de "bal gibi bir sivil toplum" rutininin belgelenmesinden ibaretti. Ama işte, "rutin"i afişe eden haber gazetede sekiz sütuna manşet olmuş ve ülkenin gündemine oturmuştu.
Düne kadar "kahraman komutanlar"a sürtünme ihtiyacı duyanların bugün ordunun anti-demokratik rolüne vurgu yapması bir tutarsızlık olabilir. Ama tutarsız olunamaz diye bir kural yok. Belki bu noktada asıl önemli ve belki tutarlı olan, "kahraman komutanlar"ın belirli hallerde anti-demokratik rol üstlenmesinin meşru kabul edilmesi.
Bu hallerin üstüne düştüğü eksene, kısaca, "modernleşme" diyebiliriz. Yani bazılarınca, aslında az çok tutarlı bir şekilde, şunun savunulduğu söylenemez mi: "Ordu, modernleşme karşıtlarını hizaya getirdiğinde buna destek verilmelidir. Bu hizaya getiriş, bir sivil toplum davranışı olarak da kabul edilmelidir, ki zaten öyledir. Ordunun müdahelesi modernleşme doğrultusunda değil muhafazaya yönelik olduğunda ise, bu demokratik sayılamaz. Sivil toplumun da bu işlerle ilgisi yoktur."
Bu yaklaşım, Özkök gibi 12 Eylül de dahil askeri darbeleri alkışlayanların dışında, "saf sivil toplumcu" yazarların görüşlerinde de zaman zaman ifade buluyor. Ama ordu destekçiliği olarak değil, emperyalizm destekçiliği olarak. Onlar, dünyayı modernleşme ve demokratikleşme yönüne doğru ittiği sürece emperyalist stratejilerin "hayırlı" sonuçlar doğurabildiğini söylüyorlar.
Mehmet Altan gazetem.net'teki 2 Mart 2004 tarihli yazısında şöyle diyordu: "Verheugen'in seslendirdiği Alman politikası, Avrasya İmparatorluğu için harekete geçtikten sonraki Amerika'nın yeni stratejisiyle aynı: Türkiye'yi İslam aleminin model ülkesi yapmak... Türkiye'nin önü ve şansı açılıyor... Yeter ki, zenginleşmeyi ve özgürleşmeyi esas alan bu yaklaşımlara uygun bir zihniyet içeride de etkin olsun..."
Amerikan kara kuvvetleri de faaliyette
Birinci soru şu: Modernleşmeyi temsil eden iç dinamiklerin cılız olduğu, hele muhafazacılar (bu, ordu da olabilir, İslamcılar da) karşısında çok zayıf kaldığı bir ülke, emperyalizmden medet umabilir mi? İkinci soru da, modernleşme ile demokratikleşme arasında zorunlu bir bağlantı var mıdır? Yani modernleşme, mutlaka demokratikleşme anlamına gelir mi?
Murat Belge Radikal'deki 7 Mart 2004 tarihli yazısında , "Genel olarak İslam dünyasında modernizasyon ve ona tekabül edecek bilinçlilik geciktiği için, aslında 'uluslaşma- öncesi'nin 'yerel' alışkanlıkları, gelenek ve görenekleri, 'uluslaşma' süreci içinde, bu türden ayrımlar gibi görünüyor olabilir" diye yazıyordu.
2 Mart tarihli yazısında ise, "İslam dünyası" için, "Ama bütün bunlara rağmen, oldukça monolitik görünen bir dünyada, bir şeyler yerinden kıpırdadı ve kıpırtı durmadı, sürüyor. İnsanlar bir araya geliyor, konuşuyor, birbirinden fikir aldığı gibi cesaret de alıyor. Bütün bunların olmaya başlaması, kendiliğinden, önemli bir yenilik ve bunun durdurulması da imkânsız" diye yazmıştı.
"Modernizasyona tekabül edecek bilinçlilik" ve "monolitik görünümlü" bir dünyanın "çok sesli" bir dünyaya evrimine, "şer bir güç" sayılsa da ABD'nin Büyük Orta Doğu atakları ve bunlara Avrupa Birliği (AB) ülkelerinden gelebilecek desteklerle ulaşılabilir mi? Asıl önemlisi Verheugen'in Alman devleti ve "Avrasya İmparatorluğu" stratejisini uygulayan ABD, böyle bir dış dinamiği mi temsil etmektedir?
Necdet Açan'ın "fişleme" haberinin Hürriyet'e manşet olmasından bir gün önce, Wall Street Journal'da Robert Block ve Gary Fields'in haberi şu başlıkla yayınlanıyordu: "Ordu, polisin alanına mı giriyor?"
Haberde, Amerikan Kara Kuvvetleri'nden bir istihbarat görevlisinin Teksas Üniversitesi Hukuk Fakültesi yöneticilerinden Susana Aleman'ı Şubat'ta ziyaret ettiği ve Aleman'dan okulda yapılan bir konferansın video kaydını istediği belirtiliyordu. İstihbarat görevlisi video kaydını, konferans sırasında "şüpheli" ifadeler kullanan üç "Orta Doğulu adam"ın kimliklerini belirleyebilmek için istiyordu.
Haberde, "ülkeyi terörist saldırılara karşı korumak" üzere bir yıl kadar önce kurulan Kuzey Komutanlığı'nın başındaki General Ralph Eberhart'ın Eylül 2002'de yaptığı bir konuşma da anımsatılıyordu. Eberhart konuşmasında, terörizmi engelleyebilmek için "ordu ve ulusal muhafızların algılama alanını değiştirmesi gerektiği"ni söylemiş ve "sadece dışarı değil, içeri de bakmak zorundayız; kültürün ve alışkanlıklarımızın bize engel olmasına izin veremeyiz" demişti.
Haberde, varlığı pek bilinmeyen, "Karşı İstihbarat Saha Faaliyetleri" ("Counterintelligence Field Activity") adlı bir askeri birimden de söz ediliyordu. Orduyu teröristlere ve casuslara karşı korumak üzere kurulmuş olan bu birimin görevleri Ağustos 2003'de ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz tarafından yayınlanan bir talimatla genişletiliyor ve "potansiyel terör tehditlerine karşı yurt içine yönelik bir veri tabanı oluşturulması" da görevler arasına dahil ediliyordu.
Bush'tan "şahin" Kerry var
Önce kişisel özgürlükleri yerle bir eden 11 Eylül kanunu "PATRIOT"u çıkaran, ardından Alman Gestapo örgütünden alınan ilhamla yurt içinde bir muhbir ağı ve izleme örgütü oluşturacak Anavatanın Güvenliği Bakanlığı'nı kuran Amerikan politik sistemi, bugün "elektronik oy" ile "demokratik seçim"in yeni bir anlam (kâğıtsız oylamada seçim sonuçlarına itiraz ve denetim imkânının ortadan kalkması) kazandığı ülke konumunda.
Bush yönetimi başkanlık seçimlerinde düşürülüp yerine Demokrat Kerry yönetimi geldiğinde, en az 20 yıllık bir politik sürecin yön değiştireceğini, sistemin yeniden demokrasi rayına oturacağını düşünmek gerçekçi midir?
Kitle imha silahları gerekçeli Irak savaşı oylamasında Beyaz Saray'a destek veren Kerry'nin, dış politikada Bush'tan bile daha "şahin" olduğu biliniyor. Demokrat başkan adaylarından Dennis Kucinich, yarışın dışına düştüğü günlerde, sadece Kerry'nin değil, Lieberman, Edwards, Dean ve Clark'ın da kitle imha silahları yalanını desteklemiş olmasından yakınıyordu.
Kerry şubat ayı sonunda New York'ta musevi liderlerle yaptığı görüşmede Bush yönetiminin "İsrail'le ilgili tek taraflı Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi kararlarını veto etme" politikasını sürdüreceğini açıklamış, İsrail devleti tarafından inşa edilen şeyin bir "duvar" değil bir "çit" olduğunu söylemiş, kardeşi Cameron'un musevi dinine geçtiğinden söz etmişti.
Kerry, bir yazısında da İsrail'in "Orta Doğu'daki tek gerçek demokrasi" olduğunu belirtiyor ve şöyle diyordu: "Herzl'in ünlü sözleri, 'Eğer istersen, o bir rüya değildir', İsrail vaadine ve İsrail'in en büyük gücüne işaret ediyor.. ve adil ve güvenli bir barışın ulaşılabilir olduğu umuduna. Bizler kendimizi, bu rüyanın arayışında ve gerçekleştirilmesinde İsrail'in desteklenmesine adamalıyız.."
Kerry'nin dış politika danışmanlarından Richard Morningstar, Bill Clinton'ın Hazar Bölgesi enerji kaynaklarından sorumlu danışmanıydı.
Yapımına destek verdiği Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı, İngiliz BP ile Amerikan Unocal ve Amerada Hess şirketlerinin oluşturduğu konsorsiyum açısından büyük önem taşıyordu. 1981-92 arasında Reagan ve baba Bush hükümetlerinde çeşitli görevler üstlenen, Carlyle Group danışmanı James Baker, o dönemde bölgedeki lobi faaliyetlerini (BP adına) yürüten etkili isimlerdendi.
Bu isimlerden bir diğeri, Halliburton adına lobi yapan şimdiki Başkan Yardımcısı Dick Cheney, bir diğeri de, Cengiz bölgesinde (Kazakistan) şirketi adına iş kovalayan, Chevron yönetim kurulu üyesi Condoleezza Rice (şimdiki Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı) idi.
Bu ve başka isimlerle bağlantı halinde çalışarak Beyaz Saray'ın Hazar politikalarına o dönemde yön veren Morningstar, 2003 yılında Harvard Üniversitesi Hazar Çalışmaları grubuna, politik hedefleri arasında "Rusya ve İran'ın petrol boru hatları üzerindeki etkinliğine engel olma" hedefinin bulunduğunu söylüyordu.
Bu arada gene geçtiğimiz yıl Uluslarasası Af Örgütü, boru hattı çalışmalarının bölgede insan hakları ihlallerinin artmasına ve büyük çevre kirlenmesine yol açacağına dair bir rapor yayınlıyordu. Morningstar 1999'da ABD'nin AB büyükelçisi sıfatıyla da, transgenik ürünlerle ilgili AB politikalarına saldırmış ve "mevzuat çalışmaları tamamen politikaya ve demagogluğa teslim oldu" diye bir açıklama yapmıştı.
Kerry'nin bir başka danışmanı, Rand Beers ise bir zamanlar "Kolombiyalı teröristlerin Afganistan'daki El Kaide kamplarında eğitildiği"ni iddia eden isimdi. Bu iddiasından daha sonra vazgeçen Beers, Başkan Bush'un kontra-terör danışmanı olarak çalışırken istifa edip Kerry'nin seçim ekibine katıldığında bir anda Demokrat tabanın "sevilen ismi" olmuştu.
Clinton ve Bush yönetimlerinde Uluslararası Narkotik'ten sorumlu dışişleri bakan yardımcısı olarak da çalışan Beers, Kolombiya'daki koka tarlalarının zehirli ilaçla yok edilmesi operasyonlarının mimarıydı. Uyuşturucu trafiğiyle ilgisi olmayan köylülerin hayatını söndüren bu operasyonlar için Kolombiya Devlet Başkanlığı danışmanı Gonzalo de Francisco, "İlaçlama kemoterapi gibi. Bazen bunu yaparken hastayı öldürebilirsiniz" demişti. Beers ayrıca, "narko-terörist" efsanesini yaratan isimlerdendi.
Kerry'nin danışmanlarından William Perry ise, "Soğuk Savaş sonrası savunma endüstrisinin yeniden yapılandırılması" çalışmalarının arkasındaki beyinlerden biri. Clinton yönetiminde çalışmaya başlamadan önce Martin Marietta'nın (1995 yılında Lockheed'le birleşmesi Lockheed Martin'i doğurdu) danışmanı olan Perry, 1998'de Clinton ekibindeki görevinden ayrıldığında da Boeing'in yöntim kuruluna girmişti, bu dönemde ayrıca Carlyle Group'un danışmanlarından biri olarak çalışmıştı.
Amerikan başkanlık seçimlerinden sonra yönetime gelebilecek Kerry ekibinin, ne Orta Doğu ve genel olarak Avrasya politikasında, ne savaş endüstrisine verilen destekte, ne de transgenik tarım politikalarında Bush yönetiminden farklı bir çizgi izlemesi bekleniyor.
AR-GE'de gözbebeği sektör
ABD'nin "demokrasinin itici gücü olması" gibi bir başka önerme de, bu ülkenin dünyada bilim ve teknolojinin gelişimine öncülük ettiği. gazetem.net'te Eser Karakaş 13 Mart 2004 tarihli makalesinde Fransa'dan ABD'ye beyin göçü yaşandığına değiniyor ve Fransız biliminsanlarının geri dönüp baktıklarında tek eleştirmedikleri konunun "kendilerine tanınan araştırma özgürlüğü alanı" olduğunu söylüyordu.
Karakaş, "Özgürlük kaynak yetersiz ise bir anlam ifade etmeyebilir, yani sürecin gerekli koşulu" diye de ekliyor, kaynak açısından Fransa'dan ileri ABD'de "milli gelirin yüzde 2.7'sinin ya da kaba bir hesapla 270 milyar doların araştırmaya ayrıldığını", "AB ortalamasının ise yüzde 2 ile ABD ortalamasının altında kaldığını" belirtiyordu.
ABD'nin resmi bütçe verilerine bakılırsa , bu ülkede araştırma-geliştirmeye ayrılan kaynak gayri safi milli hasılanın 2002'de yüzde 0.9'unu oluşturmuş; 2004'te ise yüzde 1'ini oluşturacağı tahmin ediliyor.
Ama asıl önemlisi, 2004'de bu oranın 62.9 milyar dolarlık bölümü savunma sektörüne, 49.2 milyar dolarlık bölümü ise savunma dışında kalan sektörlerin tamamına harcanacak. Oran, daha önceki yıllardakine paralel. Tabii ne Fransız biliminsanlarının silah geliştirmek üzere ABD'ye göç etmelerinde tuhaf bir durum olduğu söylenebilir, ne de savaş endüstrisinin teknolojik gelişmeye katkıda bulunmadığı. Ama rakamlarda gizlenen bazı "ayrıntılar"ın altını da çizmek gerekiyor.
Savunma sektöründeki ar-ge çalışmaları deyince, bu alanda ABD'nin gözbebeği kuruluşu DARPA öne çıkıyor. Sadece DARPA'ya 2003 yılında ayrılan 3 milyar doların yanında başka federal ar-ge bütçeleri sönük kalıyor. Mesela çevre ile ilgili projeler geliştiren "National Center for Environmental Innovation"a 2003 yılında ayrılan para, 737.500 dolar.
ABD'de ar-ge ya da genel olarak "icatçılık"a ayrılan kaynağın büyük ölçüde savaş endüstrilerinde konsolide ediliyor olması neye işaret? Öyle görünüyor ki, ABD merkezli tekellerin iç pazardaki egemenliklerini aynı modeller temelinde dış pazarlarda da kurabilmesi hedefine giden yolda, "icat"ın hayati olduğu tek alan artık ve ne zamandır sadece savaş endüstrisi.
Ama herhalde bir de, "sivil toplum endüstrisi" var; ya da "üçüncü sektör".
ABD'nin askeri güçle ekonomik ayrıcalıklar elde etme hevesini "demokrasi savaşı" pelerini altında saklayabilmesi için, neredeyse askerler, silahlar ve uydular kadar, "sivil toplum savaşçıları" da gerekiyor. ABD'nin politik ve askeri alanlarda ülkelerle, devletler ve politik partiler üzerinden kurduğu ilişkiye paralel olarak, "sivil toplum alanı"nda da ülkelerle, devlet dışı ve parti olmayan örgütler üzerinden ilişkiler kuruluyor.
Bu ilişkileri belki Bush ekibinin vizyonu ve stratejik fazlarıyla çalışan bir devlet yapısından çok daha iyi, Kerry ekibinin süpervizyonunda çalışan yapı gerçekleştirebilecek. Yabancı ülkelerde devlet dışı ve parti olmayan örgütlerle çalışan Amerikan sivil toplumcularının önemli bir bölümü, ilginçtir, devlet memurlarında oluşuyor. Büyükelçiler ve konsoloslar başta olmak üzere, diplomatik misyon görevlileri bu çalışmalarda önemli rol oynuyor.
Edelman - sivil toplum randevusu ve NATO oturumuna davet
17 Şubat 2004 günü ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Eric Edelman, İstanbul'da bir grup kuruluşun temsilcileriyle bir toplantı yaptı.
TÜSEV'den Filiz Bikmen, Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı'ndan Hasan Mollaoğlu, Helsinki Yurttaşlar Derneği'nden Murat Belge, AÇEV'den Ayla Göksel Göçer, Tarih Vakfı'ndan Orhan Silier gibi isimlerin katıldığı toplantıda temsilciler kendi kuruluşları ve Türkiye'deki sivil toplum hakkında görüşlerini açıklıyorlar, gündeme bir ara da Haziran 2004'de yapılacak NATO toplantıları çerçevesinde düzenlenecek sivil toplum oturumu geliyordu.
Bush'un Londra ziyareti sırasında Türkiye'yi "laik ve demokratik bir ülke" olarak örnek gösterdiğinin altını çizen Edelman, NATO toplantıları kapsamında düzenlenecek sivil toplum oturumuna Türkiye'deki ilgili sivil toplum kuruluşlarının da katılabileceğini belirtiyor, bir nevi toplantıdakileri oturuma davet ediyordu.
Bu davete kimin ne cevap vereceği henüz bilinmemekle beraber, Irak'ı işgal eden ve kendi inisiyatifleri dahilinde "geçici yönetim" adı verilen kukla kurula "Irak anayasası" yaptıran ABD'nin, Haziran NATO toplantılarında istediği "sivil desteği" bulması düşük bir ihtimal değil.
Sivil toplum kuruluşları deyince çok geniş bir yelpazeden söz ediyoruz; ama yerel, ulusal ya da küresel politikalar üzerine çalışmalar yapan kısım için, "mutlak ve sonsuz bir sorumsuzluk" ya da bir "sonsuz gözetmenlik ve hakemlik" hali diyebileceğimiz ortak bir payda geçerli: Politik alanlarla ilgili çalışmalar yaparken, eleştiriler dile getirirken, sivil toplum adına politik partilerden uzak durma..
Bazen bu ilginç noktalara varabiliyor. Dünyadaki "sivil toplum çalışmaları"nın çok önemli bir kesitini tek başına temsil eden Açık Toplum Enstitüsü'nün başındaki George Soros, 2004 Amerikan başkanlık seçimlerinde Bush'a karşı Demokrat adayı destekleyeceğini açıklamıştı.
Soros bu kararı alırken, açıklarken ve uygulamaya başlarken, 60 ülkedeki birimlerine, o birimlerde faal sivil toplumculara danışma ihtiyacı duymamıştı. Bu süreci demokratik değil tamamen otoriter bir yöntemle hızla geçen spekülatör milyarder, Demokrat aday yerine, insan hakları, temel özgürlükler ve çevre politikalarında çok daha radikal ve kararlı bir politik yaklaşımı temsil eden Ralph Nader'i desteklemeyi herhalde düşünmemişti.
Asıl önemlisi, 60 ülkedeki birimlerden bu kararın alınış ve açıklanış biçimi ya da kararın kendisine itiraz geldiği bugüne kadar duyulmuş değil. Bu otoriter davranışı sindirmekte "açık toplumcular" herhangi bir güçlük çekmemişe benziyor. İç ve dış basında da böyle bir tartışma hiç olmamış, yaşanan "doğal" bir süreç olarak algılanmış ve yansıtılmış durumda.
Soros'un milyonlarca doları Bush'un rakibine vermesi hakkında herhalde, "para onun değil mi el ne karışır" deniyor. Ya da "ülke onun değil mi?" Ya da farklı ülke birimlerindekiler, Amerikan seçimlerinde "küresel bir boyut", "dünyayı etkileyecek bir boyut" olmadığı kanısında olmalılar. Demokratik süreçlerin tüm dünya açısından olağanüstü kritik olduğu bir dönemde. Onları, mesela, Uluslararası Af Örgütü'nün raporuna rağmen Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı çalışmalarını sürdürecek olan Kerry'e destek sağlanıyor olması da fazla rahatsız etmemiş olmalı.
Genel olarak tüm dünyada aydınların konumlanışında "sosyalist" politikanın etkisini yitirmesiyle birlikte bir tek kutupluluğa gidildiği söylenebilir. Buna direnmek için destek alınacak bir fiziksel ve manevi gücün, bir "sosyalist sistem"in artık mevcut olmadığı günümüz dünyasında, aydının tek desteği herhalde kendi zihni ve vicdanı olacaktır. "Kahraman komutan" arayanlar gibi "iyi kral" aramanın sonuçsuz bir girişim olacağını milyonlarca veri ve bilgi hergün tekrar tekrar hatırlatıyor.
Ne de "Osmanlı mülkünün dokunulmazlığı" temelli Türk anti-demokrasi geleneğine "özel mülkün dokunulmazlığı temelli" Amerikan demokrasi geleneği ilaç olabilecek gibi. Avrupa'nın "şimdilik" farkını ise, herhalde, "özel mülkiyetin dokunulmazlığı"nın yanı sıra, "üretimdeki rolden kaynaklanan politik haklara saygı" oluşturuyor. Demokrasinin gerçek temeli sayılabilecek bu hakların pratikte korunması ise, yüz yıllardan beri sermayeyi temsil edenler sayesinde değil, onlara rağmen ve onlara karşı direnerek sağlanabiliyor.
"Maymunlar Demokrasisi"nin yeryüzünde mutlak olarak tesisine karşı "İnsanlar Demokrasisi"nin gelişerek varolması ve tüm geleceği pamuk ipliğine bağlı. 11 Eylül sürecinin, öncesi ve sonrasıyla, ABD açısından sadece bir dış mesele olduğu, içerdeki politik sistem açısından temel dönüşümler içermediği ise, pamuk ipliğini daha da zayıflatacak saptamaların başında geliyor.(ŞA/BB)