"İnsan nasıl ayrılır toprağından? Niye? Nereye? Yoksa şu eski şarkının söylediği gibi mi gerçekten? Ve unutma sakın, artık vakti gelince ayrılığın / rüzgarla uzaklara sürüklenir bakışların..."
Theo Angelopoulos'un 1991 tarihli "Leyleğin Geciken Adımları" filmi Ege sularında birbirine kenetlenmiş mülteci cesetlerinin etrafını çevreleyen tekneler ve üstünde turlayan helikopterlerle açılır. Mülteciler, sığınma talepleri reddedilince, eve geri gönderilmektense ölmeyi yeğlemişlerdir.
Geri dönmektense ölmeyi seçip, kendilerini bindirildikleri şilebin güvertesinden denize bırakan sığınmacılardan etkilenen anlatıcı sorar: "İnsan nasıl ayrılır toprağından? Niye? Nereye? Yoksa şu eski şarkının söylediği gibi mi gerçekten? Ve unutma sakın, artık vakti gelince ayrılığın / rüzgarla uzaklara sürüklenir bakışların..."
İstatistikler 1988'den bu yana Avrupa sınırlarında ölen göçmenlerin sayısının 15 bini aştığını, bunlardan 6344'ünün Atlantik ve Akdeniz'in sularında kaybolduğunu, cesetlerinin bile olmadığını söylüyor. Bu 15 bin göçmenden 1315'i Türkiye ve Yunanistan arasında Ege Denizi'nde kaybetti hayatını ve bunlardan 823'ünün cesetleri de kayıp.
Meriç Nehri'nde ise yalnızca 2010 yılında cansız bedeni kıyıya vurmuş kırktan fazla göçmen bulundu. Ve 2011 yılına adımımızı atar atmaz, Alman gazeteci Manfred Ertel Der Spiegel'de yayınlanan 13 Ocak tarihli haberinde yılın ilk kurbanını haber verdi: Meriç'in Türkiye kıyılarına otuzlu yaşlarında Eritreli bir kadın cesedi vurmuştu. Ertel, olay üzerine İstanbul'da mültecilerle görüşen birkaç gönüllünün aktardığına göre kadının adının Senait Ariaya olduğunu ve yola, bir erkek bir kadın, iki kişi çıktıklarını yazıyor. Erkek neredeydi? Sınırı geçmiş miydi? Hiç haber yok.
Türkiye ve Yunanistan 25 Eylül 2003'te Ottowa Sözleşmesi'ni birlikte imzaladıklarında sınırın Türkiye tarafında neredeyse hiç mayın yokken, Yunanistan tarafında 1974'te Kıbrıs Harekatı zamanında yerleştirilmiş yaklaşık 25 bin mayın vardı. Sınırın uzunluğu toplam 212 km. ve büyük bölümünde Meriç Nehri doğal sınır oluşturuyor. Yalnızca, Meriç'in batısında kalıp da Türkiye'ye ait tek toprak parçası olan Karaağaç Bölgesi'nin Yunanistan'la kara sınırı var.
Bütün sınır boyunca ama özellikle Karaağaç Bölgesindeki hepi topu 13 km'lik kara sınırında toplam 57 mayın tarlası bulunuyordu. Yunanistan 2009 yılında sınırdaki tüm mayınlı alanların temizlendiğini bildirdi. Ama yıllar boyunca ölü yatan mayınlar son on beş yılda Avrupa'ya göçün hız kazanmasıyla beraber kanlı yüzlerini gösterme fırsatını buldular. Türkiye Yunanistan sınırında 1995'den bugüne dek mayın patlaması sonucu toplam 108 göçmen öldü, 192'si sakat kaldı.
Bir taraftan Türkiye-Yunanistan sınırındaki mayınlar temizlenirken, göçmenlerle başı iyice belada olan Avrupa da Ekim 2004'te yeni bir güvenlik birimi kuruyordu: Frontex, Avrupa Birliği sınırlarında kol gezen, sınırları aşmaya çalışan göçmenlere göz açtırmamak üzere özel eğitilmiş profesyonel sınır polisi. Frontex, bir yıl sonra, Ekim 2005'te aktif olarak faaliyetlerine başladı. Büyüdü; 2010 bütçesi 90 milyon Avro'yu gösteriyor.
Frontex adlı bu özel timin bize alay etmekten başka çare bırakmayan bir de mottosu var: Libertas, Securitas, Justicia. Türkçesi: Özgürlük, Güvenlik, Adalet. İnsanların seyahat etme, iltica etme hakkını engelleme özgürlüğü mevzubahis olan. Ölüme, baskılara, yoksulluğa geri gönderilen yoksullar tarafından rahatsız edilmek istenmeyen zenginlerin güvenliği gözetiliyor. Avrupa'nın "Yoksul ve karasın. Hiçbir şeyin yok. Hiçbir önemin yok. Sesin bile yok. Herkes bana inanır." diyen manipülatif, konformist adaleti söz konusu.
Frontex, bir süredir Yunanistan Türkiye sınırında aktif görev yapıyor. Frontex'in alan araştırmaları ve teknik çalışmalarına binaen Türkiye ve AB arasında uzun zamandır görüşmeler yapılıyordu. AB Yunanistan'daki insanlık dışı göçmen kamplarının Türkiye'ye taşınacağı, Frontex'in göçmenleri daha Türkiye'deyken engelleyecek şekilde görev yapabileceği bir formül peşindeydi. Türkiye ise karşılığında vatandaşlarının Avrupa'da kolaylıkla hareket edebileceği geniş kapsamlı bir vize muafiyeti talep ediyordu. Olmadı, olamazdı, bu Avrupa için yağmurdan kaçarken doluya tutulmak anlamına gelirdi.
Yılda 150 bin göçmen Yunanistan'dan Avrupa'ya kaçak giriyor. Bu, Avrupa'ya giren kaçak göçmenlerin dörtte üçü demek. Sonuçta, daha sınırın mayınlardan temizlendiğine sevinemeden şu "duvar tiyatrosu"na tanık olmak durumunda kaldık. Geçtiğimiz Ağustos ayında Yunanistan Frontex'i göreve çağırdı ve anlaşma imzalandı. Pire'de ve Orestiada'da Frontex'e ait operasyon merkezleri kuruldu.
Frontex durumu inceledi ve Yunanistan'a sınıra duvar çekmeyi önerdi. Yunanistan kabul etti. Avrupa Birliği yarım ağızla eleştirdi. Ama Frontex aracılığıyla aslında Avrupa Birliği'nin önerisiydi bu. Üstelik Avrupa Birliği izin vermeden Yunanistan böyle bir teklifi asla kabul edemezdi. Olsun. Şov devam etmeliydi.
Duvarla ilgili haberler ajanslara düştüğünde duvarın yapımına başlanmıştı bile ama haberler hala "duvar yapılacak" diye çıkıyordu. Hala da öyle çıkıyor. Oysa hemen yanı başımızda yapılmakta olan duvarın Mart ayı sonunda tamamlanması planlanıyor. Edirne'nin hemen ötesinde 13 km'lik kara sınırında 3m. yüksekliğinde tel örgüden bir duvar yükseliyor.
Yunan Hükümeti sınıra çektiği duvarın devriyelerle, termal kameralarla, harekete duyarlı sensörlerle de korunacağını bildiriyor. Türkiye ses etmiyor, belli ki başka hesaplar peşinde. Başbakan Yunanistan Başbakanı Papandreu'yu ağırladığı Erzurum'dan açıkladı: "Duvar değil o sınırdaki, çit".
Sonuçta hükümetler ve bürokratlar "aldım, verdim, ben seni yendim" derdinde, kağıt üzerinde 'tatlı bir çekişme' halindeler. Sınırlarda görev yapan polisler mültecilerin canlarıyla pinpon oynuyor, suyun iki yanında karşılayıp geri gönderiyorlar. Arada sınırı geçenler de var, telef olanlar da. İnsan kaçakçıları, işbilir polisler ve askerler, yörede sakini bazı kurnaz vatandaşlar fırsattan istifade göçmenler üzerinden ceplerini doldurmaya bakıyorlar.
Ama kimse yirmi yıl önce Avrupalı bir yönetmenin sorduğu o temel soruları sormuyor: "İnsan nasıl ayrılır toprağından? Niye? Nereye" Cevaplar çok açıklayıcı olacağı için olmasın sakın: İnsanca olan her şeyin Avrupa'ya hak görüldüğü, refahın yalnızca orada pay edildiği korkunç adaletsizlik ifşa olacağı için. Ya da Eritre dahil, kabul etmediği göçmenlerin ülkelerindeki talanların failinin, sefaletin müsebbibinin, diktatörlerin en yakın dostunun Avrupa'nın ta kendisi olduğu bilineceği için.
Yahut ölümü, sefaleti, yoksulluğu, suskunluğu kader olarak kabul etmemenin, insana daha yaraşır bir yaşamın peşinde koşmanın suç olmadığını tam aksine insana yakışan tavrın bu olduğunu ortaya çıkacağı için. Yoksa neden ayrılsın bu mülteciler dünyanın en güzel coğrafyası olan ülkelerinden, Afganistan'dan, Pakistan'dan, İran'dan, Irak'tan, insanlığın anası Afrika'dan?
Türkiye'nin Avrupa sınırını kuzeyden güneye mavi bir nehir kat ediyor; güneyde ta Atlantik'e kadar uzanan uçsuz bucaksız bir maviliğe katılıyor. Avrupa ile karaderili göçmenler arasında muazzam bir doğal sınırdır bu mavilik. Avrupa Kalesi'ni refahına ve huzuruna göz diken yabancılardan koruyan kutsal bir mavilik.
Diğer yandan, Afrika ve Asya ülkelerinden Avrupa'ya akan kara bir nehir var. Ancak büyük trajedilerin harekete geçirebileceği geri dönmektense ölmeyi yeğleyen gecenin rengini giyinmiş insanların yarattığı bir nehir. Açlıktan, ölümden ve işkenceden berbat bir rüzgarın göçe kaldırdığı sonsuz çölleri, Atlantiği, masmavi Akdeniz'i, mavi Meriç'i ölümleri pahasına aşmayı deneyenlerden mütevellit kara bir nehir.
Organik bir nehir bu, mavi nehir gibi sabit bir yatağı yok. Avrupa sınırlarını zorlayan gece rengi insanlardan bu büyük akıntılar kendi yataklarını kendileri belirliyorlar. Gerekirse bölünüyorlar, gerekirse hep birlikte aynı yerden saldırıyorlar. Ve bütün nehirler gibi çağıldıyorlar. Yine bütün nehirler gibi çağıldarken söyledikleri bir şarkıları var: Yaşamak için canımızı bile veririz, diyorlar o şarkıda. (BK/AS)