Yürüyüşümüzün üçüncü gününde 76 km yürüyerek ulaştığımız Pamplona, İspanya’nın Navarra Özerk Bölgesinin Başkenti.
O gün yol boyunca mola verdiğimiz albergelerde, Pamplona’da festival olduğunu öğrendik. Kente girişte neredeyse rastladığımız herkesin beyaz elbise üzerine taktıkları kırmızı kemer ve fularlarla şehir tam bir bayram yerine dönmüştü.
Acemiliğimiz önemli oranda gitmiş, her gün 20 km’den fazla yürümeye alışmış birer pelegrino olmuştuk.
Pamplona’da kent merkezine yakın ama nehir kıyısında Almanyalı bir çiftin çalıştırdığı iki katlı şirin albergeye yerleştikten sonra, hızla duş alıp, kendimizi kentin sokaklarına vurduk.
Kente hakim olan tepeye asansörle çıktıktan sonra, sıcak bir yaz akşamının tadını çıkarmaya çalıştık Akocanla…
Kente girişte festival ve kenti biraz daha gezme isteği ağır bastığı için Pamplona’da bir gün daha kalmaya karar vermiştik.
Ancak kayıt yaptırırken, ikinci gün albergede kalamayacağımızı, hostel bulmamızı ve hostel fiyatlarının kişi başına 50-70 euro civarında olduğunu öğrenince; öğlene kadar kentte gezip, daha sonra yola çıkmaya karar verdik.
Bu arada ertesi günün, televizyonlardan izlediğimiz sokağa salınan boğaların önünden kaçan insan manzaralarının yaşanacağı gün olduğunu öğrendikten sonra; sanki kentin bütün sokaklarına boğalar salınacakmış da, bizi de büyük bir tehlike bekliyormuş gibi düşündüğü için Akocan’ı bir telaş aldı.
Hemen boğaların saat kaçta salınacağını öğrenip, ona göre bir plan yapmaya koyulduk; ancak, bu işin öyle rastgele yapılmadığını, boğaların salındığı sokağın etrafının bariyerlerle kapatıldığını, sokakta yürürken insanların korkutarak, çılgına çevirdiği boğayla karşılaşmamızın mümkün olmadığını öğrenince rahatladı.
Akocan’ın o telaşlı hali hakikaten görülmeye değerdi ve ben bir kaç gün boyunca, oğluma takılmayı sürdürdüm…
Akşam üzeri, kaldığımız albergenin önündeki bankta Ako ve Almanya’nın Ulm şehrinden Santiago’ya yürüyen orta yaşlı yol arkadaşımızın küçük gitarıyla verdikleri konser, gerçekten çok güzeldi…
Santiago’ya kadar tam dört ay boyunca yürüdüğünü öğrenince, duyduklarımıza inanamadık.
Düşünsenize, Almanya’nın Ulm kenti Güney Almanya’da, Santiago ise Kuzey Avrupa’da bulunuyor.
Ulm’dan Santiago’ya tam 4,5 ay boyunca yürüyen altmış yaşını geçmiş bir pelegrinoyla karşılaşmak bizim için şaşırtıcı olduğu kadar müthişti de...
Yatma vakti geldiğinde, yukarı çıkıp, ranzalarımıza çekildiğimizde, sadece yürüyüşün değil, aynı zamanda bütün günün yorgunluğu vücudumuzu esir almış olsa da; sabah erkenden uyandırıldığımızda, bir gün öncesinin yorgunluğundan eser kalmamış olduğunu görünce bayağı sevindik.
Saat 08.00’e boğalar sokağa salınacağı için, acele etmeden albergenin bahçesinde kahvaltımızı yaptık ve arenaya gitmek üzere yola koyulduk.
İçeri girdiğimizde, kırmızı beyaza bürünmüş stadyumun görüntüsü, insanların neşesi öyle güzeldi ki, hayvanlara yaşatılan eziyeti unutup, biz de kendimizi stadyumdaki her yaştan kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı İspanyolların neşesine kaptırdık.
Karşımızdaki dev ekrandan sokağa salınan boğaların önüne kattığı insanları seyrederken, arenadaki sesin yükselmesiyle, pistin sağ kapısından koşan insanların ardından boğaların içeri dalması bizi telaşlandırsa da, daha sonra gördük ki, her şey denetim altında…
Lakin ister sokağa salınan boğalar olsun, isterse de bir kapıdan teker teker bazen ikişerli bırakılan boğaları kızdıran insanların ve elbette onları seyredenlerin bu durumdan nasıl bir zevk aldıklarını gerçekten anlayamadım.
Kızan boğa boynuzuna taktığı birini fırlattıktan sonra, düşen kişinin hızla kalkıp, yeniden boğanın peşine düşmesini, bunun insanda nasıl bir keyif yarattığını çözemedim.
Arenaya girdiğimizde ilk anda insanların şarkılar eşliğinde neşeyle oynamaları, tezahürat tutmaları, tıpkı bir maç havasında olmaları hoşumuza gitse de; hayvanları böyle bir eziyete tabi tutarak eğlenmeleri hiç hoşumuza gitmedi.
Arenada boğaları kovalayıp-kızdıran insan topluluklarına bakınca; ortaokul yıllarında heyecanla okuduğum “Yasımı Tutacaksın” romanının kahramanı matador El Cordrobes’in hayatını ve kitabın girişindeki hiç unutmadığım ve zor zamanlarımda hep hatırladığım; “Ağlama Angelika ağlama, ya bu gece sana bir ev alacağım ya da yasımı tutacaksın” sözlerini anımsattı…
Gösteri sonrası Akocan’la kalabalığa karışarak, sokağa çıktık ve yola koyulduk.
O gün az yürüyecek ve hemen Pamplona’ya 10 km uzaklıktaki albergede konaklayacaktık.
Biz iki acemi yürüyüşçü, üç günde yürüdüğümüz yolun sonunda bir günlük mola vermenin iyi olacağını düşünmüştük.
Ancak, daha sonra yaşayarak gördük ki, bu yürüyüş esnasında belli aralıklarla dinlenme molası vermek özel bazı sağlık sorunları ya da çok hoşumuza giden bir kentte ekstradan gezmek dışında gerçekten gerekli değilmiş…
Kaldı ki, yol boyunca konakladığımız her köyü, kasaba ve kenti albergeye yerleşip, duş aldıktan sonra gezmeyi başardık.
Pamplona’dan sonra yol 14 gün boyunca Fromista’ya kadar çok az bir bölümü nisbeten düz olmak üzere hep irili ufaklı tırmanmalar ve inişlerle geçti.
Bazı günler daha gün doğmadan, yıldız yağmuru altında lacivert gecede yürümek için saat 05.00’de kalkıp, hızla hazırlanarak yollara düştük.
El feneriyle önümüzü aydınlatarak yürüdüğümüz ormanlarda, zaman zaman “acaba vahşi bir hayvan karşımıza çıkar mı” diye düşünüp, korktuğumuz anlarda, gecenin 04.00’ünde yola çıkanların olduğunu bildiğimiz için kentlerin ışık kirliliğinden uzakta, doğayla iç içe, yıldız yağmuru altında yürümenin keyfini çıkarmaya baktık.
Erkenden yola çıktığımız günlerde, gün doğumunu karşılamanın, yüksek bir tepeden güne yeni başlayan bir kenti izlemenin güzelliği, varacağımız noktaya sıcak bastırmadan ulaşmak istememiz, bizi de bir çok yol arkadaşımız gibi erkenden yollara düşürdü.
Birkaç gün içinde sabah erkenden yola çıkıp, öğlen sıcağına kalmadan konaklama yerine ulaşmanın daha akıllıca olduğunu öğrenmiş olsak da, öğlen saatlerinde yol üzerindeki albergelerde nisbeten uzun bir mola vermek nedense bize daha cazip geldi.
Sadece bazı konaklama yerlerindeki albergelerin sınırlı olması nedeniyle, yer bulamama ihtimaline karşılık, erkenden yola çıkıp, oyalanmadan o günkü yürüyüşü tamamladığımız zamanlar oldu.
Yol boyunca değişik ülkelerden, farklı yaşlardaki kadınlarla, erkeklerle karşılaşmak, zaman zaman neden böyle bir yürüyüşe çıktıklarının öyküsünü dinlemek her ikimiz için de değişik bir deneyim oldu.
Bir dağ yamacında puset içinde iki yaşındaki bir kız çocuğunu görmek, felçli oğlunu engelli arabasıyla böyle bir yolculuğa çıkarmanın sevincini yaşayan bir anneyle karşılaşmak, 84 yaşında Amerika’dan yola koyularak, her an düşecekmiş gibi çarpık çarpık yürüyen Lerry’le muhabbetlerimiz ve daha fazlası, bu yürüyüşün yürümekten, doğayla baş başa olmaktan, doğa harikası yerleri tanımanın dışında başka bir şeydi bizim için…
Haftaya Santiago yolundan insan öyküleriyle yol hikayemiz sürecek… (FE/ÇT)