"Dindar birinin böylesine vahşice davranması akıl alır gibi değil!" "Arkadaşımı Mısırlı bir asker öldürdükten sonra bir anda nasıl bir katile, bir intikam makinesine dönüştüğümü anlamam çok zor." "Çapulculuk, yağmacılık, talan, hırsızlık, cinayet: Yahudi etiği nerede?" "O gün kaç kişiyi öldürdüklerini fiyakalı bir şeymiş gibi birbirlerine anlatmaları dayanılır gibi değil." "Öldürdüğüm her insanın pişmanlığı sarıyor içimi."
Bu minvaldeki ifadeler İsrail askerlerinin mektuplarında karşımıza çıkıyor. Ailelerine, sevgililerine, yakın arkadaşlarına yazılmış oldukları için samimiyetleri hususunda pek bir şüphemiz yok.
Taş attıkları veya duvara grafiti çizdikleri için gözaltına alınmış genç Filistinliler'in üzerine asker arkadaşlarının işemesine şahit olmuş eski bir ordu mensubu askerlik travmasını atlatamadığını söylüyor.
Bir uzmandan duyduğumuz kadarıyla askerin özgür, bağımsız, eleştirel aklından korkulduğu, ordunun her bir askeri takip etmesinin, iç dünyasına sızmanın, onu fethetmenin ve kontrol altına almanın şart olduğu ortaya çıkıyor.
Bunu açık açık ifade etmeseler de birçok İsrailli'nin askerliği zorluklarla dolu, örselenmeye yol açan, psikolojik zararları yadsınamaz, ordunun ahlaki duruşu hakkında şüpheye sevkeden bir süreç olarak hatırladığını öğreniyoruz.
Sansür kurulu mu?
İsrail'in resmen kurulduğu 1948'den cep telefonlarının yaygınlaştığı 1998 yılına kadar askerlerin mektuplarını okuyan, bazen sansürleyen ve ihtiva ettikleri mühim detayları üstlerine mutlaka bildiren görevliler hatıralarını bazen şevkle, bazen üzüntüyle aktarıyorlar. Şu andaki bilinçlerinden yola çıkarak yaptıkları işin düpedüz "röntgencilik" olduğunu kabul ederlerken bir zamanlar insanların özel dünyasına günümüzdeki kadar ihtimam gösterilmediğini belirtiyorlar.
"Askerin Kanaati" (The Soldier's Opinion) adlı belgesel, esasen orduyla alakalı gizli malumatın millî güvenliğe halel getirme riskiyle sızdırılmasına mani olmak için mevzubahis sistemin kurulduğunu bize aktarsa da her bir askerin siyasi görüşü, "cinsel sapma" tandansı, uyuşturucu veya uyarıcı bağımlılığı, çatışma sırasındaki moral durumu, intihara meyletmesi veya para karşılığında seks yapma alışkanlığı gibi mühim detaylar da belirleyici olabiliyormuş. Mesela eşcinsel olduğu düşünülen askerlerin orduda pasif pozisyonlarda görevlendirildiğini öğreniyoruz.
Sistemin askerlerden azami ölçüde yararlanabilmesine imkân tanıyan sözkonusu "dikizcilik" 50 yıl boyunca ihtimamla sürdürülmüş, askerler mektup yazmaya daima özendirilmiş, milyonlarca mektup elekten geçirilmiş. Eski bir asker mektup yazmanın stresli askerlik günlerinde kendisine iyi geldiğini, yazarak düşüncelerini düzene ancak oturtabildiğini hatırlıyor.
Mektuplarını nizami olarak okuduğu askerle uzaktan ve tek taraflı bir arkadaşlık kurmuş olan bir görevli, çok özel ayrıntılarla tanıdığı askerin savaş alanında hayatını kaybetmesiyle adeta yakın bir dostunu, üstelik hayatının baharındayken yitirmiş olmanın kederini yaşadığını aktarıyor. Filmdeki çarpıcı sekanslardan biri mektupları okunan ve okuyan iki yetişkin insanın yıllar sonra tanışıp meseleyi masaya yatırdıkları anlar.
Neyin uğruna savaşıyorlar?
Netanyahu'nun tekrar sahneye çıkmasıyla İsrail ve genel olarak çevresindeki coğrafyayı karanlık günler beklerken duygusal zaaflarına rağmen "Askerin Kanaati" adlı belgesel memleketteki muhalif gruplarla empati kurmamız gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor. Assaf Banitt ve Shay Hazkani'nin imzasını taşıyan 2022 İsrail yapımı 55 dakikalık filmde bir asker İsrail ordusuna hizmet ederken Filistinliler'e reva görülenleri Naziler'in soykırım sırasında yaptıklarına benzetiyor. Bir bilirkişi "Vatan için ölmeye ve öldürmeye koşullandırılıyoruz, oysa bu insan içgüdüsüne aykırı" diyor.
Avrupa'da zulüm görmüş oldukları için Eşkenaz Yahudileri'nin aşağıladıkları Kürt veya Iraklı Yahudiler'i şeytani manipülasyonlara tabi tuttuklarını, geldikleri coğrafyaya yönelik intikam duygularını beslemek suretiyle Ortadoğulu kimliklerini unutturarak İsrailli kimliği edinmeleri için ekstra çaba sarfettiklerini öğreniyoruz.
Gene de sonuçta devlet propagandasının aksine İsrail'in politikasının düşünen askerler tarafından sorgulandığı, ordunun icraatının eleştirildiği, beğenilmediği, hatta tiksindirici bulunduğu mektuplarından ortaya çıkıyor. Mevzubahis mektupların, alınmış stratejik kararların nasıl algılandığına dair bir barometre misyonu yüklenebileceğini de anlıyoruz. Fakat ordu ve devlet, askerlerden gelen bu tip verileri değerlendirmeye nedense pek gerek görmeden esasen hep bildiğini okumuş. Askerlerin çakı gibi görüntüsünün arkasındaki gerçek insanı mektuplardaki samimi itiraflarda fark edip kale almış tek yetkilinin, o zamanların Savunma Bakanı, sonradan fanatiklerce suikaste kurban edilecek başbakan Rabin olması manidar değil mi?
İsrail'de demokrasi fazlasıyla inişli çıkışlı bir grafik izliyor olsa da memleketteki ifade hürriyetinin baki olduğunu, maziye dair gibi görünen bir pratikle ilgili samimi itirafların uluslararası çaptaki bir belgesele gene de konu edilebildiğine ikna oluyoruz. Mesajını sansasyonel, provokatif ve agresif tonda değil, sessiz, sakin ve derinden iletiyor, tıpkı günümüz teknolojisi sayesinde askerlerin cep telefonu konuşma ve yazışmalarını "dikizleyen" yeni mekanizmalar gibi.
Korkarım ki, doğdukları andan itibaren asker olmaya koşullandırılan kız ve oğlan çocuklarının ülkesine huzurun bir türlü gelememesinin sırrı, filmdeki bir uzmanın kullandığı: "Memleketi savunmak için askerlik yapıldığı söyleniyor, oysa esas amaç bir işgali sürdürebilmek" cümlesinde saklı!
Epik bir seyirlik
Hakkında yazacağım bir filmi bilgisayarımda seyretmeye koyulurken kalemi kâğıdı hazır eder, not alabilmek üzere, genelde tek bir defa izleme hakkı tanınan filmi ne yazık ki sık sık durdurur ve süresinden çok daha uzun bir zaman aralığında kesintili haliyle seyretmiş olurum.
"Masumiyet" (Innocence) adlı belgeseli de bu niyetle izlemeye başlamama rağmen ilk anlardan itibaren çok ağır, çok güçlü, çok yoğun bir seyirlikle karşı karşıya olduğumu anlayarak not almaktan vazgeçtim ve birçok mühim detayı kaçırma, hatta film hakkında yazı yazamama ihtimaline rağmen kendimi belgeselin akışına bıraktım.
Video sanatının saykadelik bir güzellemesi veya çok sevdiğim bir şarkıcının konseri gibi hedonizmime seslenecek bir seyirlik değildi tabii ki karşımdaki; ilk saniyelerden itibaren saygı uyandıran, götüreceği karanlık noktaları hissettiren, senden belirli bir empati, ciddiyet ve çaba bekleyen, seyirciyi cesur, dayanıklı ve metin olmaya davet eden epik bir film olduğu belliydi.
Çölde tek başına yürümekte olan bir eri havadan usulca takip eden kamera, müziğin minimal dokunuşlarıyla yalnızlığın vücuda gelmiş halini ekrana ustaca yansıtıyordu.
"Ölmekten korkmuyorum ama öldürmek beni tiksindiriyor..." "Niye o kadar yumuşaksın ki?..." "Herkes iyi olduğumu söylüyor oysa genelde nefes alamıyorum..."
Milli güvenliğe tehdit
Cinsiyetlerinden bağımsız olarak 18 yaşına gelmiş her İsrail vatandaşının askerlik yapması öngörüldüğünden sistem, çocukluktan itibaren asker adaylarının kanına girmeye koyulur. Fazlasıyla militarist düzene aykırı davranmak, vicdani retçi olmak ağır bedelleri olan, başına buyruk gençlerin anti-militarist ailelerinin desteğine rağmen başarılması neredeyse imkânsız bir ülkü haline gelir.
"Masumiyet" adlı belgesel, uzun süre sisteme direnme refleksi geliştirmiş idealist gençlerin yorgun düşüp kendilerini sisteme teslim edişini, asimilasyon hususunda ustalaşmış ordu tarafından sıradanlaştırılmalarını, ümitsizlik ve hüsranlarını, aslında ihtimaller arasında olan savaş alanında öldürülmelerini veya yaşadıklarına dayanamayarak hayatlarına son verişlerini usulca seyircinin yüzüne çarpıyor.
"5 Kırık Kamera" (Five Broken Cameras) ve "Karışık Hisler" (Mixed Feelings) belgesellerinden tanıdığımız Guy Davidi'nin imzasını taşıyan film, Venedik'ten sonra IDFA'nın programında yer aldı. 2022 Danimarka-Finlandiya-İzlanda-İsrail ortak yapımı film, çocukluğundan itibaren bağımsız ruhlu olup rejimin dayattıklarına boyun eğmeye niyetli olmadığını erken yaşta ispatlamış bireylerin aurası, aileler tarafından gerçekleştirilmiş amatör çekimlerle daha da çarpıcı hale geliyor. Empoze edilenlere körü körüne itaat etmeyen, sorgulayan, isyankâr, hassas olduğu kadar parlak zekâlı çocukların günlükleri ve arşiv görüntülerinin seyirciyi büyülememesi mümkün değil. Çok da iyimsermiş hissini vermeyen yönetmen Davidi kamerasını aynı kısır döngünün içine düşecekmiş gibi duran günümüz çocuklarına da hassasiyetle çeviriyor; gözlerindeki masumiyetin muhafaza edilmesi durumunda yeryüzünün çok daha yaşanır bir yer olacağını ima edercesine...
Militarist inat
Filmin sinopsisinde savaşın bir hikâye anlatıcısının işi olduğu söyleniyor. İyi bir hikâyenin askerî güç kullanımını meşrulaştırmada elzem olduğundan bahsediliyor:
"O yüzden ordular güçlü promosyonlara ihtiyaç duyar ve İsrail, askerî maceraların promosyonu hususunda model bir ülkedir. İsrail başarıyla sömürgeleştirmiş, işgal etmiş ve sınırlarının dışına taşmıştır.
"Zulme uğramış Yahudiler olarak tarihimiz ve münevver demokrasimiz sağlam PR paketimizde yer almaktadır. Fakat hikâyemizi dünyaya tanıtmadan önce kendi çocuklarımıza tanıtmamız elzemdir.
"Ahlaki çürümüşlük ile ilintili apartheid gelişip serpilirken askerî hizmetten kaçınmak bir tehdide dönüşür. Bazı çocuklar için menfaatler sunulur, çoğuna sahte sözler verilir. Her çocuk tahammül edilebilir baskı ve ayarlı miktarda şiddete hazırlanmış olur.
"Masumiyet belgeseli asker olmaya direnmiş ama teslim olmuşların hikâyesini anlatıyor. Hikâyeleri hiçbir zaman anlatılmadı çünkü onlar askerî görev sırasında öldüler..."
Hassas ruhlu olduğu her halinden belli Davidi dünyayı keşfetmekte olan çocukların duyarlılığının kendisini en çok etkileyen şey olduğunu söylüyor; hayallerinin yerle bir edildiği anların canını ne kadar acıttığını da... İsrail'in masumiyete değer verilmeyen bir diyar olduğunu söylüyor; militarist kimliğinin çocukluğa dair zarif çizgilerin kırılmasını ve çarpıtılmasını talep ettiğini de...
"Bu şiddete yönelik taahhüt birçok kurban verir fakat ebeveynliğin çöküşü anlamında gizli bir trajedi de yaşanır. Her savaş çocuklarına ihanet eden ebeveynlere yaslanır. Fakat militarize olmuş bir toplumda en hür ruhlu ebeveyn bile çocuklarının ruhunu koruyamamaya mahkûmdur. Her şeyin üstüne çocuklarımıza duyduğumuz sevgiyi koyabilirsek en güçlü siyasi ve iktisadi güçleri alt edebiliriz."
Yukarıdaki filmler ülkenin başına gelmiş "en uzun soluklu bela" olarak yorumlanan Netanyahu'nun, üstelik fanatiklerle el ele iktidara tekrar gelmesinden önce tamamlanmıştı. Memleketteki tüm olumsuzluklara rağmen iki belgeseli de ortaya çıkarabilenlerin sabır ve sebatla çalışmalarına devam etmelerini dilemekten başka çaremiz yok herhalde!
DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor. Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Bizim buralarda kırsal coğrafyanın kadim sloganıdır başlıkta merhaba diyen. Kışın ceberrut / kasvet kokan hâli bitmiş, bahar el etmiştir artık. Toprak altında uyanmayı bekleyen tohumun filizi uç vermiş ve ‘boy vermeye hazırım’ demiştir ya! İşte nisanda iki, gûlanda (mayıs) bir yağmur toprağın gebe halinin doğurmasına yetecektir.
Aynen bu minval üzre yüründü kültüre ve sanata dair. Kentin suriçinin kadim mekânı DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor.
Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Yazar Ebru Ojen DİTAV Kültür Sanat Evi'nin konuğu olarak Diyarbakır'a geliyor. Ojen’in 'Lojman', 'Aşı', 'Et Yiyenler Birbirini Öldürsün' kitapları geçtiğimiz yıllarda yayınlanmış ve edebiyat çevreleri ile okurlarının hayli ilgisini çekmişti.
Ebru Ojen bu kez 'Belgrad Kanon' romanıyla okuruyla buluşuyor. Yasadışı ya da yasal yollardan ülkesini terk etmek zorunda kalanların yerleştikleri bir Balkan ülkesindeki pozisyonları, konumlanışları, çaresizlikleri, iş-güç halleri, sorunların parçası haline dönüşmeleri, uyum ya da uyumsuzluklarını masaya yatırdığı yeni romanı 'Belgrad Kanon' İletişim yayınları arasında çıktı. Okudum ve beğenerek de okurlara önerdim.
Yazar Beyda Yıldız’ın moderatörlüğünü yapacağı “Ebru Ojen söyleşi ve imzası” 19 Nisan cumartesi günü saat: 14.00’te DİTAV’ın suriçi, Meryemana Süryani Kadim Kilisesi bitişiğindeki Kültür Sanat Evinde yapılacak.
Ebru Ojen söyleşi ve imzasından iki gün sonra 21 Nisan pazartesi saat 19.00’da da yine DİTAV Kültür Sanat Evi avlusunda Ahmed Arif üstadın yaşgününde “Ahmed Aarif’in Hasreti” belgeselinin gösterimi yapılacak. 85 dakika uzunluğundaki belgeselin yönetmeni Dilek Gül, yapımcısı Ecevit Kılıç.
Yaklaşık 15 aydır kentin kültürel sanatsal iklim dünyasına kazandırılan ve eski bir “Süryani Kızlar Mektebi” olan “DİTAV Kültür Sanat Evi”, etkinliklerini “Amida Akademi Buluşmaları / Söyleşileri” başlıkları altında yapıyor. Tüm etkinliklerini de herkese açık ve ücretsiz olarak gerçekleştiriyor…
Hayatın tek başına ekonomi ve siyaset cephesinden değil, kültür sanatın ruhi şekillenme dünyası üzerinden de yürümesinin ihtiyaç hâlini bilerek elbette şehrin bu tür mekânlarının çoğalmasını diliyorum…
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.
Sıradan varoluşun ağırlığı: Ayşegül Savaş'ın Antropologlar kitabı
Kitap, Kanada’daki okur çevremde farklı görüşler uyandırdı. Kimisi, “aksiyon ve çatışma eksikliği” nedeniyle romanı fazla sakin ve durağan buldu. Ama, ben dahil pek çok kişi hikâyede üzerine konuşacak, düşünecek çok şey bulduk. Ayşegül Savaş’ın, kendine özgü sade ve şiirsel bir dili var.
Yıllar önce New York'ta bir modern sanat müzesinde bir sergide kum yığınına rastladım. Aklımdan geçen ilk şey müzenin o kısmının inşaat halinde olduğuydu.
Daha sonra kum yığınının sergilenen bir sanat eseri olduğunu fark ettiğimde gülmekten kendimi alamadım. Sonra düşünmeye başladım- ve 25 yıl sonra hala düşünüyorum. Bu basit kum yığını ne anlama geliyor? “Şair burada bize ne anlatmaya çalışıyor?”
Bazen sanatın amacı tam da budur: Görünüşte sıradan bir kum yığını olmak. Sanat her zaman sınırlarla tanımlanamaz, bir çerçeveye sığmaz. Çoğu zaman biçimden çok düşünceye seslenir. Belki de sanatçı, bizleri durmaya, yavaşlamaya ve gözden kaçırdığımız şeyleri önemsiz bulup geçtiğimiz şeyleri gerçekten görmeye davet ediyordu. O sanat eserine kim bilir ne anlamlar yüklendi… Ama şimdi, yıllar sonra düşündüğümde, kumu zaman ve hafıza gibi akıp giden bir hayatın metaforu olarak görüyorum. Ya da henüz inşa edilmemiş bir yuva.
Ayşegül Savaş'ın, henüz Türkçeye çevrilmemiş olan üçüncü romanı, Antropologlar'ı okurken aklıma o kadar sade, görünüşte vasat ama bir o kadar da sıra dışı o kum yığını geldi. Tıpkı bu sanat eserinin sanatın ne olduğuna dair algımıza meydan okuması gibi, Antropologlar da bir romanın nasıl olması gerektiğine dair beklentilerimizi bozuyor. Basit bir kum yığınında olduğu gibi, bu roman da ilk bakışta 'sıradan' veya 'önemsiz' görünebilir. Yazar, geleneksel roman unsurlarından saparak, okuyucunun hikâye akışına tutunmasını zaman zaman zorlaştırıyor. Ortada belli bir çatışma, dramatik bir gerilim ya da doruk noktası yok ve çatışmanın kendisi olmadığı için çözüme dayalı bir son da yok. Ancak romana gücünü veren de bu sadelik ve muğlaklıktır bence. Muhtemelen pek çok okuyucu için kitabın çekiciliği burada yatıyor.
Romanın kahramanları Asya ve Manu, üniversiteden yeni mezun olmuş, ortak dilleri veya vatanları olmayan genç evli bir çifttir. İsimsiz yabancı bir şehirde (muhtemelen Avrupa'da bir yerde), hem fiziksel hem de mecazi anlamda kendilerine bir ev ararlar. Roman, kısa, başlıklı bölümler halinde film şeritleri gibi yapılandırılmış ve bu bölümler aracılığıyla, Asya ve Manu'nun göçmen olarak hayatlarını nasıl sorguladıklarına, yeni arkadaşlarıyla günlük etkileşimlerine, farklı nesillerden aile ve komşularla Zoom görüşmeleri yaptıklarına tanık oluyoruz. Romandaki çiftin günlük yaşamını hem belgesel film yapımcısı hem de antropolog olan Asya’nın birinci tekil şahıs merceğiyle takip ediyoruz. Bu kadar özlü, içe dönük ve karakter odaklı bir öykü yazmak zor; ancak Ayşegül Savaş bunu şaşırtıcı bir samimiyet ve yalın bir dille başarıyor.
Kitap, Kanada’daki okur çevremde farklı görüşler uyandırdı. Kimisi, “aksiyon ve çatışma eksikliği” nedeniyle romanı fazla sakin ve durağan buldu. Ama, ben dahil pek çok kişi hikâyede üzerine konuşacak, düşünecek çok şey bulduk. Çiftin günlük yaşamındaki kısa bolümler o kadar ince detaylar ve üstü kapalı cümlelerle tasvir edilmiş ki, duygusal derinlikleri ve karmaşıklıkları ancak kitabı ikinci kez okuduktan sonra fark edebildim. Örneğin, Asya'nın ve Manu'nun öğrenci hayatlarından yerleşik-yetişkinliğe geçişi, büyük dönüm noktalarıyla değil, banka/ipotek randevuları için özenle kıyafet seçmek veya “ayıp olmasın” diye bir davete gitmek gibi ilk bakışta önemsiz görünen küçük nüanslarla anlatılmış. Romanın bir başka güçlü tarafı da anlatı boyunca özenle ama yine incelikle örülmüş ev metaforunun kullanılması. Hikâyenin geçtiği şehrin isimsiz olması, ev kavramının belirli bir coğrafi bölgeden çok, aidiyet ve duygusal bağlarla ilgili olduğunu vurgulamak için miydi? Orası tartışmaya açık.
Kitabı çok sevdim; okurken, bir Avrupa şehrinde geçirdiğim gençlik yıllarımı özlemle anmadan geçemedim. Hikâyedeki karakterlerle aramda sessiz ve derin bir bağ kuruldu sanki. Özellikle o sabah kahveleri, bardaki buluşmalar, yaşlanmış, gösterişli komsu teyzeler… hep sıcak ve tanıdık geldi.
Ayşegül Savaş’ın, kendine özgü sade ve şiirsel bir dili var. Bunu yazarın diğer kitaplarında da gözlemledim. Sıradan gibi görünen anların içinde saklı olan derinliği ortaya çıkarması büyük bir ustalık. Yine de geleneksel bir roman çizgisine alışkın olan genel okuyucular bu kitabi fazla yavaş ve hatta yorucu bulabilir. Minimalist hikâye anlatımı, minimalist görsel sanatlar gibi, insandan fazladan şeyler talep eder: sabır, dikkat ve düşünme ve gözlem. Tıpkı romandaki anneannenin Asya'dan daha büyük şeyler beklediği gibi okuyucular da bu romandan daha fazlasını bekleyebilir. Nitekim anneannesi Asya'ya, "Biz sana kocaman bir kıtanın (Asya) adını verdik. Ama sen küçük bir parkın belgeselini çekiyorsun,” der.
Savaş'ın hayat hikayesini okuduğumuzda bu romanın otobiyografik doğasını daha iyi görebiliriz. İstanbul'da doğan Ayşegül Savaş, diplomat bir ailenin çocuğu olarak Adana, Ankara, Londra ve Kopenhag'da yaşadı. Amerika Birleşik Devletleri'nde antropoloji ve sosyoloji okudu. San Francisco'da yazarlık alanında yüksek lisansını tamamladıktan sonra 2012 yılında Letonyalı eşiyle birlikte Paris'e taşındı. Hikâyede tasvir edilen şehir de yazarın yaşadığı Paris'e çok benziyor.
Barack Obama’nın her yıl “en çok sevdiğim kitaplar” listesi vardır ve Obama, Ayşegül Savaş'ın bu kitabini 2024 yılında bu listeye eklemiş. Savaş'ın diğer iki kitabından dolayı zaten güçlü bir yazar olduğunu düşünüyorum ancak bu listeye dahil edilmesi onu daha önde gelen bir yazar haline getirdi ve kitabı dünya çapında daha geniş bir okuyucu kitlesiyle tanıştırdı.
Bu romanın günlük sıradanlığı sizde yankı uyandırmasa bile, Savaş'ın zarif, basit ama güçlü dili için kitabı yine de takdir edeceğinize inanıyorum. Belki de bir zamanlar, zor kararlar, ağır sorumluluklar ve katı, yoğun bir takvim altında ezilen Obama’nın bu kitapta bulduğu şey belki de basit bir hayatin sükûnetiydi. Savaş’ın Antropologlar ’da sıradan varoluşun ince derinliğini ve gizli ağırlığını ustalıkla ve hassasiyetle yakaladığına inanıyorum.
Öğretmen. Kanada’nin yerli halklarından olan Squamish ve Masquem halklarına ait K'emk'emeláy (Vancouver) bölgesinde yaşıyor. Kanada’da çeşitli üniversitelerde okutmanlık ve devlet okullarında öğretmenlik yaptı. Türkiye’de ise...
Öğretmen. Kanada’nin yerli halklarından olan Squamish ve Masquem halklarına ait K'emk'emeláy (Vancouver) bölgesinde yaşıyor. Kanada’da çeşitli üniversitelerde okutmanlık ve devlet okullarında öğretmenlik yaptı. Türkiye’de ise farklı okul ve üniversitelerde öğretmenlik yaptıktan sonra, sekiz farklı ülkede okutman ve İngilizce öğretmeni olarak görev aldı. Hatay’ın İskenderun ilçesinde doğup büyüdü.