Nobel Ödüllü yazar Olga Tokarczuk’un 2009 yılına tarihlenen romanı Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde, geçtiğimiz günlerde Türkiye’de yayımlandı. Timaş etiketiyle okurun karşısına çıkan roman, Janina adında bir anlatıcı-karakterin dünyasından söylüyor sözünü. Yazar, roman boyunca yerel birtakım dinamikleri eşeliyor gibi gözükse de ele aldığı her mesele hep evrensele varıyor. Her büyük anlatı gibi, Tokarczuk’un metni de –klişe ifadeyle söyleyecek olursak, bireyin toplumla ve içine doğduğu dünya düzeniyle ilişkisini ele alıyor.
Kitapta en dikkat çekici unsur, şüphesiz, canlı bir görsellikle de bütünleşen dinamik anlatım. Bir Polonya köyünün pastoral atmosferinde yaşanan olaylar dizgesi, anlatıcı-kahramanımız Janina’nın gözünden aktırılıyor okura. Kahramanımız gizemli, inanç yüklü bir astrolojik coşkuyla, verili dünyaya karşı adeta bir direniş örgütlüyor. Bin bir ideolojik karmaşayı kuşanan tüm o maddesellik, anlatıcının zihninde, kavramsal ezberinden soyunup çırılçıplak bir saflığa bırakıyor kendini. Yeryüzünü arı bir anlak ile okuyan gözler, eşya ve tin arasında saydam bağlar kuruyor.
Hikâye, açılış sekansından finale doğru kazınmış doğrusal bir yatakta usulca yüzüyor gibi dursa bile, akıştaki bu sükûnet, kurgudaki analitik düşünün ustaca dokunmuş örgüsünden kaynaklanıyor. Anlatıcıyı, iki tepe noktası arasına gerilmiş bir urganın üstünde, pek bir güvenlik tedbiri olmadan yürüyen cesur bir cambaza benzetmek pek tuhaf olmayacaktır. Janina, anlatısının muhataplarına alelade nesneler bütününe indirgenmiş gibi gösterdiği bütün bir yaşamını, aslında dağ, taş, toprak, ağaç ve kuşla ve tabii bütün bir kainatla aynı düzleme çekiyor; böylece dogmanın dışlanıp türler arası hiyerarşinin bozulduğu yepyeni bir ekosistem kuruyor kendi evreninde. Doğa kartondan bir dekor değil, bir erek oluyor.
İçinde yaşadığımız dünya, birçoğumuz için pek çok açıdan eşitsiz ve adaletsiz bir yer. Fakat ayrımcılık evvela düşüncede, sonra kavram’ı biçimlendiren dilde başlıyor. Tokarczuk’un basmakalıp göstergelerle kısıtlanan, geleneksel imgelerle hantallaşan mevcut yapıdan duyduğu hoşnutsuzluk seçtiği her kelimede ve kurguladığı her aksiyonda hissediliyor. Yazarın, varlıklar arasında akışkan bir ilişki modelleyerek, bu sayede hem düşünceyi hem nesneyi –bağlamından koparmadan- zincirlerinden azat etme arzusu, heyecan verici geliyor.
Okurun, güçlü bir felsefî metinle karşı karşıya olduğunu fark etmesi de pek zaman almıyor. Ölüyle ölümü, öfkeyle kötülüğü, tabiiyle muğlak olanı kavrambilimsel bir ayraçla bölüp ayıran bir felsefe bu. Öte yandan, kavrama ve metafora boğulmuş bir metin de değil okuduğumuz. Yazar felsefî masalını, edebiyatın doğasında var olan estetiği yitirmeden ve çekincesiz bir yalınlıkla anlatıyor. Bu sadelik, kuru bir anlatımın izdüşümü değil elbette. Sadeliğinin mistik bir yeniden-üretimi gibi. İroniyi, karakterin günlük yaşamının akışına bir tığ ucuyla ve en içerlek hâliyle konumlandıran muzip anlayış ise caba. Ancak bu dil, zaman zaman, kara-ironiye meylediyor. Romanın masalsı havası, bizi Marquezvari bir yapının oyun sahasına davet eder gibi görünse de büyüden ziyade gerçeğin ağırlığı seziliyor her satırda. William Blake’in ürkütücü sembolizmi de peşimizi bir an bile bırakmıyor. Kitap bittiğinde, “bu hikâye başka türlü anlatılamazmış,” fikrine ikna oluyoruz.
Nobel Edebiyat Ödülü, insana ve kâinata dair evrensel ölçekte duyarlılık geliştirebilmiş yazarlara veriliyorsa şayet, Tokarczuk’un bu metni, söz konusu olgunluğa çoktan erişmiş gibi gözüküyor. Olga Tokarczuk, Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde adlı romanıyla, oldukça özgün bir ses olduğunu ortaya koyuyor. Elbette son söz okurun. İyi okumalar. (DP/AS)