Vakitsiz yaşlanmasın diye ufkun
Seni, göğüslerimin kırsalında emziriyorum.
Uyurken irkilmesin diye çocukluğun,
Rüyalarına dikensiz ve telsiz oyunlar
Düşürüyorum...
Daha önce yine bianet’teki bir yazımda “Berkin, çocukların büyümesi, ateşi tanrılardan kolektif biçimde çalma eylemi olan Gezi’de rolünü almasıdır; sistemin çocuklarca dahi sorgulanması, mücadelenin meşru bir zemine oturduğunda bedeli ölüm de olsa (anne ve babada dahi) pişmanlık izlerine rastlanmamasıdır” demiştim.
Sonsuzluğa kanatlanışının üçüncü yılında onu, kapitalizmle özdeşleşen büyümenin dışında, ruhsal ve bilimsel büyümenin basamakları olan,çocuk ve kitaplarında anmak istedim.
Çocuk ve kitapları
Nedense acelemiz vardır okurken. Sindirerek, anlayarak, üzerinden tekrar tekrar geçerek okumayı bir zaman kaybı gibi görürüz.
Halbuki her tekrar, satır arasında kaçırılmış ne çok şeye ulaşmamızı sağlar. Her zaman aynı açlıkta olmadığı gibi aynı algılama aralığında da olmuyor insan.
Bu nedenle aynı sayfa, bir başka gün başka çağrışımlara sebep olup başka tatlar bırakabiliyor.
Özellikle “büyüklerin” düşünsel omurgamıza biçim verdiği dönemde okuduğumuz ve o biçimlendirmeye direncimizi artıran çocuk kitaplarına bir de “büyük” gözüyle bakmayı düşündük mü hiç? Örneğin kaçımız hatırlıyor “Küçük Prens”in (Antonie de Saint Exuperi) şu satırlarını:
“Senin yaşadığın yerdeki insanlar, bir bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar ve yine de aradıklarını bulamıyorlar. Aslında aradıkları şeyi tek bir gülde ya da bir avuç suda bulabilirlerdi. Ama gözler göremez. İnsanın kalbiyle bakması gerekir.” (abç)
Tam da Küçük Prens’in anlatmak istediği gibi büyüyünce insanlar, çocukluğa, çocukluktaki bakış açısına yabancılaşıyorlar; “Yetişkin yanlışlar”a (*) dahil oluyorlar. Hele ki bugünün tüketici koşullarında yaşça değil nitelikçe büyümek ve “Bir çocuğa layık olmak” giderek zorlaşıyor.
Samed Behrengi’nin “Küçük Kara Balık”ı, çocukluk ufkumuzda sıçramalar yaratmıştır. Ama çoğu kez geriye “Küçük Kara Balık” isminden öte bir şeyler kalmıyor insanın hafızasında.
Halbuki başka balıklarla beraber, kendilerini yutan pelikanın içinde ağlaşıp sızlaşmak yerine onları örgütleyip pelikanın kesesini nasıl yırttığını hatırlamak; kaderine razı olmamayı işaret eden aşağıdaki satırları başucu notu olarak almak, ne çok şeyi değiştirirdi insanın hayatında…
“Yola düşüp gitmek, başka yerlerde neler olup bittiğini öğrenmek istiyorum. Balıkların çoğu yaşlandıkları zaman ömürlerini boşu boşuna geçirdiklerinden yakınırlar. Sürekli sızlanır, lanet okur, her şeyden şikâyet ederler. Ben bilmek istiyorum; gerçekten de yaşamak dediğimiz şey şu bir avuç yerde yaşlanıncaya kadar dolaşıp durmaktan mı ibaret; yoksa dünyada başka şekilde yaşamak da mümkün mü?”
Acıyı yaşayabilmek
Acı üzerine, özellikle de “kesik” acısı değil, yüreğin atış ritmini bozan, boğazı kurutan kimyasal acı üzerine, ne çok şey yazılmıştır bugüne dek. Örneğin “insan” olan her insanın içinde bilerek veya bilmeyerek “Şeker Portakalı”nın Zeze’si ağlar.
Brezilyalı Vasconcelos, 1968 yılında 12 günde yazar kitabı. Ama “Onu yirmi yıldan fazla yüreğimde taşıdım” der. Zaten acıyı yazabilmek biraz da yaşamış-tatmış olmayı gerektirir. Bazen insanın içinden bir şiir patlar, mısralar saniyelere sığar. Ama gerçekte ardında birikmiş volkanik acılar vardır. Lav püskürtür gibi bir anda döker içinin şiirini.
Öyle çok acıttılar ki geçmişimi
Öyle çok uğuldadı ki içim
Volkanik acılarla
Lav püskürtür gibi döküyor şiirini
“Şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. Ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı insanın yüreğini paralayan, sırrını kimseye anlatmadan birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda kafada en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbürüne çevirme cesaretini bile yok eden şeydi.” (José Mauro De Vasconcelos)
Büyümeyi reddeden her çocuğun içindeki Peter Pan
Peter Pan (J. M. Barrie) büyümeyi reddeden bir çocuğun öyküsünü anlatır. Haylaz Peter Pan, bitmeyen çocukluğunu, var olmayan ülke (Neverland) adındaki küçük adada, çocuk çetesiyle, maceradan maceraya atılarak, kaptan Hook’a meydan okuyarak geçirir.
“Ağaçlardan sızan öz sular ve ince damarlı, saydam yapraklardan yapılma bir giysiye bürünmüş güzel bir çocuktu; ama en büyüleyici tarafı, bütün süt dişlerinin hâlâ ağzında olmasıydı…”
Tam da burada nedenle Aytmatov’un “Beyaz Gemi”sindeki çocuk canlandı hafızamda; dedesinin yaptığı havuzda yüzen, balık olmayı isteyen, böylece de Isık Göl’deki Beyaz Gemi’ye ve hayalindeki babasına kavuşacağı günü düşleyen çocuk. Veya çözüme giden yolun kabına sığmayan bir dinamizmden, bilginin ve mekânın sınırlarını zorlayan bir meraktan geçtiğini öğreten, Richard Bach’ın kitabındaki “Martı”laşmış çocuk.
“Martı”laşan Berkin
“Cehaletimizi kırabiliriz, kendimiz olabiliriz. En önemlisi, özgür olabiliriz!” diye düşünen Martı Jonathan, tüm martıların elbirliğiyle çizdiği ve bir parçası haline geldikleri sınırları yıkar.
Öğretilmiş sığlıkları değil, iç sesini dinler; yol alırken tek pusulası yaratıcılığıdır. Kendini bulur Jonathan. Sanıldığının aksine, kendini bulmak yalnızlaşmak değil, özgürleşmektir. Aslında bir kaçış değil bir arayıştır Martı’nınki; yeni ve çoğaltıcı bir ufka açılmaktır.
Sami Elvan’ın her çocukta Berkin’i hayal etmesi/görmesi gibi, bilgiyi tetikleyen merak içerikli soruların çocuk yanının olması gibi kapitalizmin yabancılaştırıcı-ayrıştırıcı ve yalnızlaştırıcı iklimine karşı kardeşçe, çoğaltıcı bir iklim için, “Martı”laşan Berkin, yol göstermeye devam ediyor. (MY/EKN)
(*) Ataol Behramoğlu’nun “Bir Çocuğa Layık Olmak” şiirinden.